Sayfalar

18 Kasım 2015 Çarşamba

HATALI KUL OLMAZ!!!

Hiçbir insan hata yapmaz…

Daima başkaları hatalıdır…

Bunu ben söylemiyorum; bunu tüm gelenekler, inançlar, mitoloji, en önemlisi de her birimizin iç sesi söylüyor. Hani attığımız yanlış bir adımdan bahsederken, sözün bir yerinde durur ve “Ama…” diye devam ederiz ya anlatmaya, işte bu “Ama…”dan sonrası, bizim biricik “Günah Keçi” lerimizdir. Zaten tüm sistem, aslında ne kadar da “Hatasız Kullar” olduğumuzu ispatlamak üzerine kurulmuştur.

Ama sisteme geçmeden önce, “Günah Keçisi” lafı nereden çıkmış ve tüm insanlığın ortak değeri olmuş ona bakalım. Mitolojik öyküleri bir yana koyarsak, günahları birilerinin üstüne yükleme fikri ilk olarak Atinalıların aklına gelmiş. Antik Yunan’da düzenlenen Thargelia Şenlikleri’nde –muhtemelen kölelerin arasından- bir kadın ve bir erkek seçilir ve kent meydanında dolaştırılırmış; onlar geçerken de toplanan ahâli küçük sopalarla bu ikiliyi bir güzel döver, hınçlarını aldıktan sonra da şehrin dışına atarlarmış. Ama zulüm burada bitmezmiş, bu kez de ellerine geçirdikleri taşlarla onulmaz hale gelene kadar zavallıları taşlar; sonra da büyük bir iç rahatlığıyla evlerine dönerlermiş. İçlerinin böylesine rahat olmasının sebebi, bir yıl boyunca, yani bir sonraki şenliklerde iki yeni “Günah Keçisi” bulana kadar, tüm kötülüklerin onlardan uzak duracağına olan yüksek inançlarıymış.

Birkaç asır sonra, bu kez Yahudi din adamlarınca düzenlenen Kefaret Günü ayinlerinde, bir kez daha benzer amaçlı bir ritûel karşımıza çıkıyor. Tek farkla; bu kez kurban insan değil, kavrama ismini veren bildiğimiz “Keçi. Haham tarafından kur’â ile belirlenen erkek keçi, hem kötü ruh Azazel’i yatıştırmak, hem de kâvmi günahlarından arındırmak için Kudüs dışındaki bir uçurumdan aşağıya atılırmış. Zavallı hayvan kayaların üzerinde can çekişirken, insanlar yeni doğmuş bir çocuk kadar saf olduklarına inanarak huzur içinde evlerine dönerlermiş. Önceleri keçiye, durumu yumuşatmak için olsa gerek, “Kurtulan Keçi” dense de, sonradan ismi “Günah Keçisi”ne çıkmış ve bu söz öbeği yaşamımızın bir parçası oluvermiş.

Yeni yürümeye başlayan bir çocuk düşünün; yalpalayarak iki adım atıyor, üçüncü adımda hop kafasını sehpaya vuruyor. Naparsınız? Sizi bilmem ama bir sürü insan sehpayı döver; çocuğu düşürdüğü için… Bu durum çocuk büyürken de devam eder; ufak tefek kazalara hep bir suçlu bulunur.  Derken okul çağı gelir, çocuk ufaktan hayat arenasına çıkar, sorumlulukları artar ama yaşamın kötü sürprizlerine hazırlıklıdır. Biz alttan alta öğretmişizdir ona; yaptığı yanlışlarda imdadına koşacak sayısız “Günah Keçisi” olduğunu… Yazılıdan zayıf aldığında mazeret hazırdır; öğretmen yüzünden… Bir gün kavgaya karışır, üst baş dağılmış gelir eve; sebep diğer çocuklardır... İlk sigarasını içer; tabi ki bunda da onun hiç suçu yoktur, suçlu kötü arkadaştır… Önemli olan sizin tüm bu bahanelere inanıp inanmamanız değildir; o inanıyordur, hem de tüm kalbiyle… Tıpkı, her birimizin, yaptığımız hatalarda suçlunun hep başkaları olduğuna inandığı gibi…

Adam güpegündüz, herkesin gözü önünde eski karısını delik deşik eder. Suç sabit, bir sürü görgü tanığı var ama suçlu kim dersiniz? Tabi ki de zavallı adamı böyle bir şeyi yapma konusunda tâhrik eden, ölmüş karısı…

Koca şehre yağmur yağmaz olur, hava solunamacak kadar kirlenir. Büyük profesörler bir araya gelir, buna neyin sebep olduğunu bulmaya çalışır. Bulurlar da, sonuç bildirgesi açıklanır; suçlu, delinen Ozon Tabakası’dır… Ağaçları kesen, her bulduğu yere kuleler diken, kalitesiz yakıt kullanan insanın, olanlarda hiç mi hiç suçu yoktur.

Genç kız okuldan çıkar, evine gitmek için bir minibüse biner. Ama bir daha inemez o minibüsten, vahşice katledilir, üstüne bir de cesedi yakılır. Hemen toplumda bir uğultu yükselir; üzerinde ne varmış, etek mi, saçları açık mıymış, böyle makyajlı falan, neden kimsenin olmadığı arabaya binmiş ki… Böylesi bir kötülüğü yapan canavar ne der bu durumda sizce; şeytana uydum…

On bir yaşında çocuklar dedeleri yaşında adamlarla evlendirilir; kimi bu hayatı çaresiz kabul eder, kimi dayanamaz canına kıyar. Var mı bir suçlu dersiniz? Tabi ki hayır… Bazılarına göre dinen sakınca yoktur, bazılarıysa buralarda böyle şeyler normal der geçer. Vicdanı azıcık da olsa rahatsız olan yaşlı damat ya da çocuğun babası ne düşünür sizce? Hemen biricik “Günah Keçi”lerine sığınırlar; örf, adet böyledir, bu düzeni onlar kurmamıştır ya…

Freud, psikolojinin babası… Ona göre, yapıp ettiğimiz her şeyin sebebi çocukluk yaşantılarımızdır. Hadi bu bir yere kadar; yine de insanın kendi sorumluluğunu almasına engel değildir. Ama kimi uzmanlar hatalarımızı algılarımıza, kimisi duygularımıza, kimisi düşüncelerimize yükler; sanki biz bunların toplamı değilmişiz gibi…


Yanlış tercihlerimizi daima kendimiz dışında bir şeylere yükleme çabası, yaşamımızı çepeçevre sarmış durumda; taaa Antik Yunan’dan beri kurduğumuz sistem de buna hizmet ediyor. Bize de sadece, yapıp ettiğimiz tüm hatalarımız için, en başta kendimizin inanacağı uygun bir “Günah Keçisi” bulmak kalıyor.

Sevgiyle Kalın...

Nilgün TURAN