Hiçbir insan hata yapmaz…
Daima başkaları hatalıdır…
Bunu ben söylemiyorum; bunu tüm gelenekler,
inançlar, mitoloji, en önemlisi de her birimizin iç sesi söylüyor. Hani
attığımız yanlış bir adımdan bahsederken, sözün bir yerinde durur ve “Ama…”
diye devam ederiz ya anlatmaya, işte bu “Ama…”dan sonrası, bizim biricik “Günah
Keçi” lerimizdir. Zaten tüm sistem, aslında ne kadar da “Hatasız Kullar”
olduğumuzu ispatlamak üzerine kurulmuştur.
Ama sisteme geçmeden önce, “Günah Keçisi” lafı
nereden çıkmış ve tüm insanlığın ortak değeri olmuş ona bakalım. Mitolojik
öyküleri bir yana koyarsak, günahları birilerinin üstüne yükleme fikri ilk
olarak Atinalıların aklına gelmiş. Antik Yunan’da düzenlenen Thargelia
Şenlikleri’nde –muhtemelen kölelerin arasından- bir kadın ve bir erkek seçilir
ve kent meydanında dolaştırılırmış; onlar geçerken de toplanan ahâli küçük
sopalarla bu ikiliyi bir güzel döver, hınçlarını aldıktan sonra da şehrin
dışına atarlarmış. Ama zulüm burada bitmezmiş, bu kez de ellerine geçirdikleri
taşlarla onulmaz hale gelene kadar zavallıları taşlar; sonra da büyük bir iç
rahatlığıyla evlerine dönerlermiş. İçlerinin böylesine rahat olmasının sebebi, bir
yıl boyunca, yani bir sonraki şenliklerde iki yeni “Günah Keçisi” bulana kadar,
tüm kötülüklerin onlardan uzak duracağına olan yüksek inançlarıymış.
Birkaç asır sonra, bu kez Yahudi din
adamlarınca düzenlenen Kefaret Günü ayinlerinde, bir kez daha benzer amaçlı bir
ritûel karşımıza çıkıyor. Tek farkla; bu kez kurban insan değil, kavrama ismini
veren bildiğimiz “Keçi. Haham tarafından kur’â ile belirlenen erkek keçi, hem
kötü ruh Azazel’i yatıştırmak, hem de kâvmi günahlarından arındırmak için Kudüs
dışındaki bir uçurumdan aşağıya atılırmış. Zavallı hayvan kayaların üzerinde
can çekişirken, insanlar yeni doğmuş bir çocuk kadar saf olduklarına inanarak
huzur içinde evlerine dönerlermiş. Önceleri keçiye, durumu yumuşatmak için olsa
gerek, “Kurtulan Keçi” dense de, sonradan ismi “Günah Keçisi”ne çıkmış ve bu
söz öbeği yaşamımızın bir parçası oluvermiş.
Yeni yürümeye başlayan bir çocuk düşünün;
yalpalayarak iki adım atıyor, üçüncü adımda hop kafasını sehpaya vuruyor.
Naparsınız? Sizi bilmem ama bir sürü insan sehpayı döver; çocuğu düşürdüğü için…
Bu durum çocuk büyürken de devam eder; ufak tefek kazalara hep bir suçlu
bulunur. Derken okul çağı gelir, çocuk
ufaktan hayat arenasına çıkar, sorumlulukları artar ama yaşamın kötü
sürprizlerine hazırlıklıdır. Biz alttan alta öğretmişizdir ona; yaptığı yanlışlarda imdadına koşacak sayısız “Günah Keçisi” olduğunu… Yazılıdan zayıf aldığında
mazeret hazırdır; öğretmen yüzünden… Bir gün kavgaya karışır, üst baş dağılmış
gelir eve; sebep diğer çocuklardır... İlk sigarasını içer; tabi ki bunda da
onun hiç suçu yoktur, suçlu kötü arkadaştır… Önemli olan sizin tüm bu
bahanelere inanıp inanmamanız değildir; o inanıyordur, hem de tüm kalbiyle…
Tıpkı, her birimizin, yaptığımız hatalarda suçlunun hep başkaları olduğuna
inandığı gibi…
Adam güpegündüz, herkesin gözü önünde eski
karısını delik deşik eder. Suç sabit, bir sürü görgü tanığı var ama suçlu kim dersiniz?
Tabi ki de zavallı adamı böyle bir şeyi yapma konusunda tâhrik eden, ölmüş
karısı…
Koca şehre yağmur yağmaz olur, hava
solunamacak kadar kirlenir. Büyük profesörler bir araya gelir, buna neyin sebep
olduğunu bulmaya çalışır. Bulurlar da, sonuç bildirgesi açıklanır; suçlu,
delinen Ozon Tabakası’dır… Ağaçları kesen, her bulduğu yere kuleler diken,
kalitesiz yakıt kullanan insanın, olanlarda hiç mi hiç suçu yoktur.
Genç kız okuldan çıkar, evine gitmek için bir
minibüse biner. Ama bir daha inemez o minibüsten, vahşice katledilir, üstüne
bir de cesedi yakılır. Hemen toplumda bir uğultu yükselir; üzerinde ne varmış,
etek mi, saçları açık mıymış, böyle makyajlı falan, neden kimsenin olmadığı
arabaya binmiş ki… Böylesi bir kötülüğü yapan canavar ne der bu durumda sizce;
şeytana uydum…
On bir yaşında çocuklar dedeleri yaşında
adamlarla evlendirilir; kimi bu hayatı çaresiz kabul eder, kimi dayanamaz
canına kıyar. Var mı bir suçlu dersiniz? Tabi ki hayır… Bazılarına göre dinen
sakınca yoktur, bazılarıysa buralarda böyle şeyler normal der geçer. Vicdanı
azıcık da olsa rahatsız olan yaşlı damat ya da çocuğun babası ne düşünür sizce?
Hemen biricik “Günah Keçi”lerine sığınırlar; örf, adet böyledir, bu düzeni
onlar kurmamıştır ya…
Freud, psikolojinin babası… Ona göre, yapıp
ettiğimiz her şeyin sebebi çocukluk yaşantılarımızdır. Hadi bu bir yere kadar;
yine de insanın kendi sorumluluğunu almasına engel değildir. Ama kimi uzmanlar
hatalarımızı algılarımıza, kimisi duygularımıza, kimisi düşüncelerimize yükler;
sanki biz bunların toplamı değilmişiz gibi…
Yanlış tercihlerimizi daima kendimiz dışında
bir şeylere yükleme çabası, yaşamımızı çepeçevre sarmış durumda; taaa Antik
Yunan’dan beri kurduğumuz sistem de buna hizmet ediyor. Bize de sadece, yapıp
ettiğimiz tüm hatalarımız için, en başta kendimizin inanacağı uygun bir “Günah
Keçisi” bulmak kalıyor.
Sevgiyle Kalın...
Nilgün TURAN