Ama çoğumuz, bir mucize olduğunun farkına varamadan yaşıyor,
hissediyor ve davranıyor. İnsan yalnız doğar ve yalnız ölür; etraftaki kalabalıklara
bakıp da aldanmayın, aslında tüm hayatı boyunca da yalnız yaşar. Elbette aile
ve dostlar daima vardır ama hiç kimse, bir başkasının zihnine girip de, tam
olarak onun, “Kim” ya da “Ne” olduğunu anlayamaz. Her zaman kendimize
sakladığımız bazı düşüncelerimiz ve duygularımız vardır; anlatmadığımız
hayallerimiz, paylaşmadığımız hüzünlerimiz… Yani içimizde bir yerlerde, sadece
kendimizin bildiği bir “Ben” yaşar. İşte bu nedenle de, asla kalabalıklara tam
anlamıyla karışamayız, en yakın olduğumuza bile hep biraz uzak oluruz; çünkü
“Ben”, başkalarına açılamayacak kadar özeldir ve bizimdir; uzun lafın kısası,
şu gök kubbe altında gerçek anlamda sahip olduğumuz tek şey, sadece ve sadece
KENDİMİZİZ…
Mucize olmamıza gelince…
Gidin ve aynaya bakın… Karşınızda gördüğünüz varlık, minicik
bir su damlasının, var olmak adına verdiği olağanüstü mücadelesinin eseridir.
Ve hayatımızın bazı dönemlerinde, bunu bilmeye ve bildiğimizi düşünmeye her
şeyden fazla ihtiyacımız oluyor. Çünkü ilk varoluşumuz ile kıyaslandığında, şu
anda bir dev gibi görünsek de, çoğu kere, o minicik su damlası kadar bile cesur
davranamıyoruz.
Aslında bizimkisi bir özgürlük hikâyesi; her şey, kafasına
göre hareket eden 23 tane tek kromozom yüklü spermin, 23 tane tek kromozoma
sahip bir yumurta bulmak için yola koyulmasıyla başlar. Koşturarak yol alan minicik
su damlası için, dışarıda soluk soluğa, yan yana yatan bir kadın ve erkeğin
varlığı, hissettikleri, birbirlerine söyledikleri aşk sözleri ya da şehvet dolu
dakikalar sonunda yeni bir canlı yaratma hayali kurup kurmamaları hiçbir anlam
ifade etmez.
Onun tek bir hedefi
vardır; başladığı işi bitirmek…
Bir sperm için, kavuşacağı yumurtayı aradığı rahmin içi sonsuzluk
gibidir; büyük ve ıssız… Ama o,
buna takılmaz, inatla yoluna devam eder ve saatler
sonra aradığını bulduğunda bir an bile düşünmeden kafasını içeriye sokuverir;
dışarıda kalan kuyruğu ise, zafer çığlığı gibidir; “Başardım!” diye
haykırmaktadır peşinden gelenlere… Ve özgürce, korkusuzca hareket etmesinin
ödülünü hemen alır; 23 tane tek kromozom, kavuştuğuyla birleşir ve 23 tane çift
kromozom olur.
İşte bu, şu an aynada gördüğünüz varlığınızın ilk hücresidir;
gözle görülemeyecek kadar küçük, ama tüm yaradılışı içinde barındıracak kadar
büyük… Saçınızın, gözünüzün, teninizin rengi, genetik mirasınız olan her şey,
adına zigot denilen, bu minicik yapının içindedir artık…
Mucize bu kadarla da kalmaz elbette… İlk hücre, kendini
kopyalayarak geometrik bir artışla bölünmeye başlar; 2, 4, 8, 16, 64, 128… Derken,
olağanüstü bir şey daha olur; kopyalanan, bölünen her bir hücre, kısmen
farklılaşmaya başlar; çünkü görev yerleri başka başkadır. Örneğin, kalp
yapısını oluşturacak hücreler ile beyin yapısını oluşturacak hücreler farklı
işler yapacaklarından, yapılarının da farklı olması gerekmektedir. Herkes kendi
güzergâhına gider ve orada hedefine yönelir. Ve bütün bu disiplinli çaba olup
biterken, anneyle asi hücre yığını arasına bir besin köprüsü kurulur; göbek
bağı, ihtiyacı olan her şeyi alabileceği bir lojistik üssü olarak çalışmaya
başlar.
Sudan gelen, su dolu bir havuzun içinde, dokuz ay boyunca
hem yaşar, hem büyür, hem de dünyada ihtiyacı olacak her türlü donanımı
hazırlar. Örneğin, akciğerleri anne karnında kullanmaz, çünkü gereksinim
duyduğu oksijeni göbek bağından almaktadır ama akciğer kullanıma hazır bir
şekilde imal edilip, paketlenir. Ya da bir kadın için, ilerde anne olduğunda
kullanmak üzere süt kanalları eksiksiz bir şekilde hazırlanır. O tek bir hücre,
“Ben” olma yolunda, gerçek bir mucize olduğunu kanıtlar ve bir gün tekrar
yollara düşer; bu kez istikamet mavi gezegendir…
Göbek bağı kesilip de anneden ayrıldığında, öleceği güne
kadar gerçek anlamda yalnızdır artık… Bebek haliyle öğreneceği dünya kadar şey
vardır; bıkıp yorulur mu dersiniz? Tabiki de Hayır!
Önce saçma sapan sesler çıkartır, sonra defalarca aynı şeyi
tekrarlayarak konuşmayı öğrenir ve çevresindeki her şeyin adını ezberler.
Binlerce kez poposunun üzerine düşerek yürümeyi öğrenir; insanların ilgisini çekmeyi,
acıktığında karnını doyurmayı, haz almayı, gülmeyi, sevilmeyi, sevmeyi…
Ve bir gün insan büyür, upuzun bir yoldan geldiğini; inatçı,
cesur ve kararlı minicik bir su damlasıyken, “Ben” olmak için verdiği bütün
mücadeleyi unutur ve yaşam arenasında, sebepsiz, yolsuz, amaçsız bir hayata
savrulur. Başa çıkamadığı sorunları, yolunda gitmeyen işleri, ulaşamadığı
hedefleri vardır. Düş kırıklıkları yaşamaya başlar ve mutsuz olur; derken,
kanıksadığı bir acıya hapseder kendini… Sebep daima başkalarıdır; dönüp
kendisine bakmak yerine, bir yerlerden çıkıp gelecek bir mucizeyi beklemeye
başlar; duygularını anlayacak bir sevgili, yeteneklerini fark edecek bir
patron, söylediği ve yaptığı her şeyi onaylayacak bir dost, bazen de piyangodan
kazanılacak milyonlar...
Ve gün gelir, “Ben” olmaktan vazgeçer; sahip olduğu en değerli şeyi,
yani KENDİSİNİ kaybeder.
Eğer kendinizi bir kadınla bir erkeğin seks yapması sonucu olmuş
sıradan bir insan canlısı olarak görüyorsanız, hiçbir şey bilmiyorsunuz
demektir.
Gerçek şu ki; Siz, kendi çabanızın eseri olan bir
MUCİZE’siniz… Üstelik artık minicik bir su damlasından fazlasısınız ve
yapabilecekleriniz herhangi bir sınırı da yok. Yeter ki, “Ben” olmak için
yeterince cesur olun…
Sevgiyle Kalın...
Nilgün TURAN