Sayfalar

9 Şubat 2016 Salı

MUCİZE...

Siz, biz yani hepimiz birer mucizeyiz…

Ama çoğumuz, bir mucize olduğunun farkına varamadan yaşıyor, hissediyor ve davranıyor. İnsan yalnız doğar ve yalnız ölür; etraftaki kalabalıklara bakıp da aldanmayın, aslında tüm hayatı boyunca da yalnız yaşar. Elbette aile ve dostlar daima vardır ama hiç kimse, bir başkasının zihnine girip de, tam olarak onun, “Kim” ya da “Ne” olduğunu anlayamaz. Her zaman kendimize sakladığımız bazı düşüncelerimiz ve duygularımız vardır; anlatmadığımız hayallerimiz, paylaşmadığımız hüzünlerimiz… Yani içimizde bir yerlerde, sadece kendimizin bildiği bir “Ben” yaşar. İşte bu nedenle de, asla kalabalıklara tam anlamıyla karışamayız, en yakın olduğumuza bile hep biraz uzak oluruz; çünkü “Ben”, başkalarına açılamayacak kadar özeldir ve bizimdir; uzun lafın kısası, şu gök kubbe altında gerçek anlamda sahip olduğumuz tek şey, sadece ve sadece KENDİMİZİZ…

Mucize olmamıza gelince…

Gidin ve aynaya bakın… Karşınızda gördüğünüz varlık, minicik bir su damlasının, var olmak adına verdiği olağanüstü mücadelesinin eseridir. Ve hayatımızın bazı dönemlerinde, bunu bilmeye ve bildiğimizi düşünmeye her şeyden fazla ihtiyacımız oluyor. Çünkü ilk varoluşumuz ile kıyaslandığında, şu anda bir dev gibi görünsek de, çoğu kere, o minicik su damlası kadar bile cesur davranamıyoruz.

Aslında bizimkisi bir özgürlük hikâyesi; her şey, kafasına göre hareket eden 23 tane tek kromozom yüklü spermin, 23 tane tek kromozoma sahip bir yumurta bulmak için yola koyulmasıyla başlar. Koşturarak yol alan minicik su damlası için, dışarıda soluk soluğa, yan yana yatan bir kadın ve erkeğin varlığı, hissettikleri, birbirlerine söyledikleri aşk sözleri ya da şehvet dolu dakikalar sonunda yeni bir canlı yaratma hayali kurup kurmamaları hiçbir anlam ifade etmez.

Onun tek bir hedefi vardır; başladığı işi bitirmek…

Bir sperm için, kavuşacağı yumurtayı aradığı rahmin içi sonsuzluk gibidir; büyük ve ıssız… Ama o, 
buna takılmaz, inatla yoluna devam eder ve saatler sonra aradığını bulduğunda bir an bile düşünmeden kafasını içeriye sokuverir; dışarıda kalan kuyruğu ise, zafer çığlığı gibidir; “Başardım!” diye haykırmaktadır peşinden gelenlere… Ve özgürce, korkusuzca hareket etmesinin ödülünü hemen alır; 23 tane tek kromozom, kavuştuğuyla birleşir ve 23 tane çift kromozom olur.

İşte bu, şu an aynada gördüğünüz varlığınızın ilk hücresidir; gözle görülemeyecek kadar küçük, ama tüm yaradılışı içinde barındıracak kadar büyük… Saçınızın, gözünüzün, teninizin rengi, genetik mirasınız olan her şey, adına zigot denilen, bu minicik yapının içindedir artık…

Mucize bu kadarla da kalmaz elbette… İlk hücre, kendini kopyalayarak geometrik bir artışla bölünmeye başlar; 2, 4, 8, 16, 64, 128… Derken, olağanüstü bir şey daha olur; kopyalanan, bölünen her bir hücre, kısmen farklılaşmaya başlar; çünkü görev yerleri başka başkadır. Örneğin, kalp yapısını oluşturacak hücreler ile beyin yapısını oluşturacak hücreler farklı işler yapacaklarından, yapılarının da farklı olması gerekmektedir. Herkes kendi güzergâhına gider ve orada hedefine yönelir. Ve bütün bu disiplinli çaba olup biterken, anneyle asi hücre yığını arasına bir besin köprüsü kurulur; göbek bağı, ihtiyacı olan her şeyi alabileceği bir lojistik üssü olarak çalışmaya başlar.

Sudan gelen, su dolu bir havuzun içinde, dokuz ay boyunca hem yaşar, hem büyür, hem de dünyada ihtiyacı olacak her türlü donanımı hazırlar. Örneğin, akciğerleri anne karnında kullanmaz, çünkü gereksinim duyduğu oksijeni göbek bağından almaktadır ama akciğer kullanıma hazır bir şekilde imal edilip, paketlenir. Ya da bir kadın için, ilerde anne olduğunda kullanmak üzere süt kanalları eksiksiz bir şekilde hazırlanır. O tek bir hücre, “Ben” olma yolunda, gerçek bir mucize olduğunu kanıtlar ve bir gün tekrar yollara düşer; bu kez istikamet mavi gezegendir…

Göbek bağı kesilip de anneden ayrıldığında, öleceği güne kadar gerçek anlamda yalnızdır artık… Bebek haliyle öğreneceği dünya kadar şey vardır; bıkıp yorulur mu dersiniz? Tabiki de Hayır!
Önce saçma sapan sesler çıkartır, sonra defalarca aynı şeyi tekrarlayarak konuşmayı öğrenir ve çevresindeki her şeyin adını ezberler. Binlerce kez poposunun üzerine düşerek yürümeyi öğrenir; insanların ilgisini çekmeyi, acıktığında karnını doyurmayı, haz almayı, gülmeyi, sevilmeyi, sevmeyi…

Ve bir gün insan büyür, upuzun bir yoldan geldiğini; inatçı, cesur ve kararlı minicik bir su damlasıyken, “Ben” olmak için verdiği bütün mücadeleyi unutur ve yaşam arenasında, sebepsiz, yolsuz, amaçsız bir hayata savrulur. Başa çıkamadığı sorunları, yolunda gitmeyen işleri, ulaşamadığı hedefleri vardır. Düş kırıklıkları yaşamaya başlar ve mutsuz olur; derken, kanıksadığı bir acıya hapseder kendini… Sebep daima başkalarıdır; dönüp kendisine bakmak yerine, bir yerlerden çıkıp gelecek bir mucizeyi beklemeye başlar; duygularını anlayacak bir sevgili, yeteneklerini fark edecek bir patron, söylediği ve yaptığı her şeyi onaylayacak bir dost, bazen de piyangodan kazanılacak milyonlar...

Ve gün gelir, “Ben” olmaktan vazgeçer; sahip olduğu en değerli şeyi, yani KENDİSİNİ kaybeder.

Eğer kendinizi bir kadınla bir erkeğin seks yapması sonucu olmuş sıradan bir insan canlısı olarak görüyorsanız, hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir.

Gerçek şu ki; Siz, kendi çabanızın eseri olan bir MUCİZE’siniz… Üstelik artık minicik bir su damlasından fazlasısınız ve yapabilecekleriniz herhangi bir sınırı da yok. Yeter ki, “Ben” olmak için yeterince cesur olun…

Sevgiyle Kalın...

Nilgün TURAN