Sayfalar

16 Mart 2015 Pazartesi

YÜZLEŞME (ÖYKÜ/ALTINCI BÖLÜM)

Hazırdım…

Dosyayı arşivden çıkardılar, elime verdiler. Daha elime alır almaz bu ana hazırlanmanın bir yolunun olmadığını anlamıştım. Sanki bütün kağıtlar tutuşmuş, alev topuna dönmüş elimi yakıyordu. Okurken de gözlerim yandı, içim yandı…

Önce bir çırpıda okudum. Sonra yavaş yavaş, her sayfada dura dura, hiçbir detayı atlamadan dikkatle bir daha bir daha okudum.

Maktul; Hasan Arabacı

Maktule ait ceset, 18 Ocak 2001 tarihinde Kağıthane ilçe sınırları içindeki “Kağıthane Cendere Su Terfi İstasyonu” diye bilinen bölgede saat 5.30 da işçiler tarafından bulunmuştur. Güvenlik birimlerinin bölgeye intikali ile yapılan incelemede; maktulün sol şakağında tek kurşun deliği görülmüş, yapılan aramalarda olayda kullanılan silahın bulunamaması nedeniyle olayın bir cinayet olabileceği değerlendirilmiş, ceset otopsi için adli tıp kurumu morguna gönderilmiştir.

Babam…

Maktulün eşi Aysel Arabacı’nın gönül ilişkisi içinde olduğu, amcasının oğlu Mustafa Garip ile birlikte…

Mustafa Garip’in, maktulün iş yerine geldiği, birlikte çıktıkları…

Mustafa Garip’in yakın mesafeden tek el ateş ederek…

Yapılan yargılama sonucu Aysel Arabacı’nın cinayeti azmettirmekten 18 yıl, Mustafa Garip’in, Hasan Arabacı’yı tasarlayarak öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarına çarptırılmalarına…

Artık şimdiki zamanda değildim. Okuduklarımı, hanidir yüzünü unutmaya başladığım o küçük kızın yaşadıkları, duydukları, gördükleri ile birleştirerek puzzle’ın bütün parçalarını tamamladım. İçimdeki çığlıklar, feryatlar birbirine karışmıştı. Dışarıdan görünen ise sağanak gibi akan gözyaşlarımdı, görevlinin “iyi misiniz” diyerek omzuma dokunması ile kendime geldim.

Sonra günler geçti, tıpkı daha önce geçtiği gibi…

Sadece hedefime ve ona giden yollara bakıyordum. Bir an bile gözümü ayırsam sanki yoldan çıkıverecektim. Mezuniyet, adliyede göreve başlamam, hırsla, yorulmadan saatlerce çalışmam, adalet için verdiğim mücadele, uzlaşmaya yer olmayan tavrım… Artık tanınan bir savcıydım.

Meslek hayatımdaki bu başarıya karşılık, özel hayatımdaki sadelik aynen devam ediyordu. Müdür anne, ben ve merhaba dediğim birkaç kişi… Her şey yolundaydı, her şey olması gerektiği gibiydi.

Ama o telefon…

Bunu düşünür düşünmez, hızla gözlerimi açtım. Aynı anda makinist de geldiği gibi çabucak ortadan kayboldu, film makinası kapandı.

Sonraki iki gün boyunca evden hiç çıkmadım. Müdür anneyle konuşuyor, saatlerce düşünüyor, “yüzleşmeye” hazırlanıyordum.

O sabah içimdeki karanlığa inat gökyüzünde pırıl pırıl bir güneş  arz-ı endam ediyordu. Aynada uzun uzun kendime baktım. Yorgun görünüyordum, bakışlarımda korku, bezginlik, öfke birbirine karışmıştı. Daha ne kadar bu evde saklanabilirdim, daha kaç gün düşünebilirdim, daha konuşacak ne kalmıştı ki… Kararımı verdim.

Hazırdım…

Müdür anneyle vedalaşıp çıktım. Eve uğrayıp, beni daha da mesafeli gösteren, kömür karası bir pantolon ceket takımı giydim. Arabamı almadım, bir taksiye bindim;

-Cerrahpaşa, dedim.

-Hastane mi abla?

-Evet.

Telefonda bana not ettirdikleri bloğun önünde taksiden indim.