
Sonra
kendiliğinden mekanik bir şeye dönüştüm. Artık bu dünyanın bir parçasıydım;
kurallara harfiyen uy, her şeyi tam zamanında, tam istendiği gibi yap, göze
batma, hep gülümse…
Üçüncü sınıfa
başladığımda özgür olduğum, kendimi ifade edebileceğim tek yerin okul olduğunu
her nasılsa anlamıştım. Bu düşünceye dört elle sarıldım; çok çalışıyor, örnek
gösteriliyor, takdir ediliyor, aferin alıyordum… Belki bunlar içimdeki boşluğu doldurmuyordu
ama zihnimi meşgul ediyor, sürekli düşünmeme engel oluyordu. Bataklığa düşmüş
birisinin bir dala tutunarak hayatta kalması neyse, benim için de okul başarısı
o oldu. Bu sayede kaybolmadan hayatta kalmayı başardım.
Ne yurt hayatımda
ne de sonrasında kimseyle tüm çıplaklığı ile duygularımı paylaştığım bir
arkadaşlık kurmadım. Bir daha hiç görüşmediğim Gülay, dostluk hanemde rakipsiz
bir isim olarak kaldı.
Okul
performansım, girdiğim her sınavdan zaferle çıkmam, sonraları sadece “anne”
demeye başladığım müdür annenin de dikkatini çekmişti. Her karşılaşmamızda
benimle uzun uzun konuşuyor, arada odasına çağırıyor, sorular soruyor, benimle
ilgileniyordu. Hiçbir detayı kaçırmayan gözleri, elimde sıkıca tuttuğum dalı,
içgüdüsel olarak kendime çizdiğim yolu görmüştü. Ben kendi başıma yürümek için
ayrılana kadar da, o yolda, bazen yan yana, bazen el ele, bazen de sadece
uzaktan takip ederek benimle birlikte yürüdü.
Ne zaman, yaşananları,
babamı düşünsem, kendimi bir puzzle’ın başında oturuyormuş gibi hissediyordum.
Her seferinde, zihnimin en derinlerine gidiyor, eksik bir parçayı bulup
çıkarıyor, yerine yerleştiriyor ama asla istediğim hızla ilerleyemiyordum.
Üniversite
sınavına girerken tek hedefim vardı; Hukuk Fakültesini kazanmak… Belki Puzzle
hala eksikti ama şu hali bile korkunç bir adaletsizliği haykırıyordu. Ben
adalet olacaktım… Sınav sonucu beklendiği gibi geldi, ilk ve tek tercihim
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim.
Artık reşittim,
yurttan ayrılma yaşım da gelmişti. Üniversiteyi kazandığım için, okula yakın başka
bir devlet yurduna yerleştirilecektim. Altı ay kadar önce emekli olan müdür
anneyle sık sık görüşmeye devam ediyorduk. Bir gün, “Boşver yurdu, gel benimle
kal” deyince, içten içe istesem de teklifini hemen geri çevirdim. Bana göre,
aynı evi paylaşmak aile olmak demekti. Aile olmak da hep kaybetme korkusu
yaşamak… Üstelik sadece dikkatli gözlerin görebileceği –ki müdür anne tam da bu
tarife uygundu- birtakım zayıflıklarımın ortalarda dolaşmasını da istemiyordum.
Her şey
planlandığı gibi gitti; yeni yurt, yeni insanlar, başarılı bir öğrencilik… Daha
ilk dönem bitmeden hocalarımın dikkatini çekmiştim, birçoğu beni ismen
tanıyordu. Ayrıca derslerden arta kalan zamanlarımda okul kütüphanesinde
çalışmaya başlamıştım. Yapabileceğimin en iyisini yapmış, öyle böyle kendime
bir hayat kurmuştum.
Hala en yakınım
müdür anneydi. Ayla abla –müdür annenin kızı- evlenince evde yalnız kalmış, her
uğradığımda “ne gideceksin onca yolu, bu gece burada kalıver” ısrarları da
artmıştı. Arada bir kalmaya başladım; asla aile olmadan, bir misafir gibi, bağlanmadan,
sadece ben istediğimde, her an çıkıp gidebileceğimi bilmenin rahatlığıyla…
Son sınıfta
bitirme tezi hazırlayacaktım. Tez konusunu babamın tüm adli dosyalarını
incelemememi mümkün kılacak şekilde seçtim. Artık puzzle’ı tamamlama vakti
gelmişti. Dışarıdan bakıldığında son derece normal bir genç kız gibi görünsem de,
aradan geçen onca yıl içimdeki özlemi azaltmadığı gibi bir de yanına nefret denilen yepyeni bir duygu eklemişti. Özlemim beni güçsüz kılarken, nefretim
kamçılıyor, koşturuyor, önüme çıkan bütün engelleri yıkmamı sağlıyordu. Özlemimde
babam, nefretim de ise O vardı…
BEŞİNCİ BÖLÜMÜN SONU
Öykünün sonraki bölümlerinde görüşmek üzere, yorumlarınızı paylaşırsanız çok mutlu olurum.
Sevgiyle Kalın
Nilgün TURAN