Sayfalar

9 Mart 2015 Pazartesi

YÜZLEŞME (ÖYKÜ/BİRİNCİ BÖLÜM)

Hiç kıpırdamadan kapıdaki yazıya bakıyorum. Sanki ayaklarıma tonlarca ağırlık bağlanmış, hiç hareket edemiyorum. Oysa günlerdir bu karşılaşmaya kendimi hazırladım, hatta yıllardır. İçten içe bir gün bu anın geleceğini biliyordum, hatta istiyordum, hesaplaşmak, bağırmak, bütün yükümü onun omuzlarına bırakmak, sonra da arkama bakmadan çekip gitmek. Kendimi kaç defa bu anı düşünürken yakalamıştım, yer, zaman değişiyor, değişmeyen ise onun alaycı benimse öfke ile parlayan gözlerimdi. Peki şimdi ne olmuştu, bunca hazırlıktan sonra lanet olası bacaklarım bana neden ihanet ediyordu?
Dört gün önce beni arayıp, “sizi görmek istiyor” dediklerinde, önemli bir dava dosyası üzerinde çalışıyordum. Oysa özenle saklanmıştım bunca yıl, bir bağ kuramasınlar, bana ulaşamasınlar diye, hoş hangi yüzle beni aramaya cesaret edecekti ki… Konuşurken bana nasıl ulaştıklarını söylediler mi hiç hatırlamıyorum, “sizi görmek istiyor”  sözü sanki uzun zamandır sönmüş bir volkanı harekete geçirmişti, içimde bir yerlerde bir şeyler patlıyordu. Yine de yılların alışkanlığı ile duyguya yer olmayan dümdüz bir sesle konuştum. Telefondaki ses, “ne zaman gelebilirsiniz, durumu...” derken, çabucak “bakacağım” deyip telefonu kapattım.

O lanet telefondan hemen sonra, beynimin içine, güne gelmiş, anlatacak tonla şeyi olan kadınlar gelip oturdu, her kafadan bir ses çıkıyor. Her biri otuz sekiz yıllık hayatımın başka bir anını hatırlatıyor, biri susmadan diğeri başlıyor. İkinci gün sesler, görüntüler, hatıralar dayanılmaz olmuştu. Özenle kilitlenmiş, artık paslanmaya yüz tutmuş çekmeceler açıldıkça, duygular da gün yüzüne çıkmaya başladı; çaresizlik, öfke, nefret, kızgınlık…

En zor anlarıma tanıklık eden, uzun uzadıya kendimi anlatmak zorunda kalmayacağım, ben leb demeden onun aslında leblebi olduğunu anlayacak tek insanın kapısını çaldım ben de. Oysa öyle uzun zamandır onu aramamıştım ki, yine de beni sanki dün görüşmüşüz gibi karşıladı. Bembeyaz olmuş saçlarını arkada sıkı bir topuz yapmıştı, hala çok zayıftı. Çalıştığı günlerden kalma titizlikle jilet gibi ütülenmiş bembeyaz gömleği ve hafif dökümlü siyah pantolonuyla bir ev kadınından çok bir öğretmeni andırıyordu. Ne yargılama, ne de kırgınlık vardı gözlerinde,  bakışlarında sadece derin bir anlayış, sonsuz bir sevgi, hep olduğu gibi bu bakışlar beni sardı sarmaladı ve kanamaya başlayan yaralarıma çabucak pansuman yaptı.
           
Anlattım ona; gelen telefonu, susmayan kadınları, yine kendimi küçük, çaresiz bir çocuk gibi hissettiğimi, kaçıp saklanmak istediğimi, karma karışık olan duygularımı… Hiç sözümü kesmeden, anlayış dolu gözlerle beni dinledi. Sustuğumda, geldiğimde pencereden neşeyle içeri giren güneş, gökyüzünü terk etmek üzereydi, saatlerdir konuşuyordum. Ağzım, boğazım kupkuru olmuştu. Yanıma geldi ve omzuma dokundu, “bu gece burada kal” dedi, bu şefkat dolu ilgi, beni yine küçücük bir çocuk yaptı. Önce dudaklarım titredi, sonra da uzun gök gürlemelerinin ardından boşalan sağanak misali gözyaşlarım sel oldu aktı. Daha önce defalarca yaptığı gibi yavaşça bana sarıldı ve sağanak tamamen geçene kadar beni göğsüne bastırdı, bir taraftan da yumuşak hareketlerle saçlarımı okşuyordu.

Tamamen sustuğumda, geri çekilip gözlerimin içine bakarak;

-Artık yüzleşmelisin, eğer bunu şimdi yapmazsan belki de bir daha yapmak için fırsatın olmayacak, yaşadıklarını ve duygularını yok sayarak, yok edemezsin, dedi.

Tanımakta zorluk çektiğim bir sesle;

-Yapamam, dedim.

Alışık olduğum o ikna edici ses tonuyla;

-Yok saydığın şeyler bak tek bir telefonla nasıl da ortaya çıktı. Bunu atlattın diyelim, yıllar sonra, bir söz, bir hatıra, bir haber, yine her şeyi ortaya döküp saçabilir. Hep hayatını böyle mi geçireceksin, dağılan duygularını toparlayıp saklayarak. Bugüne kadar hayatına kimseyi almadın, ciddi bir beraberliğin olmadı, başkasını sevmek için önce kendini sevmelisin, bunu hak ediyorsun, herkes hak eder. Biliyorum olan biteni hiç hak etmedin, biliyorum çok küçüktün, savunmasızdın. Ama bak geçti, artık ülkenin en iyi savcılarından birisisin, başardın. Ama sırtında öyle ağır bir yük var ki, eğer yüzleşmezsen tüm hayatın boyunca bu yükü taşıyacaksın. Bunu gerçekten istiyor musun? dedi.

-Çok yorgunum, uyumak istiyorum.

-Yatağın yerini biliyorsun, bir şeyler yemek ister misin?

-Hayır, bir şey yiyecek durumda değilim.  
            

Dudakları bir kelebek gibi yanağıma değdi. Odaya çıktım, kapıyı kapatıp, yatağın ucuna oturdum. Her şey yıllar önce bıraktığım gibiydi. Yatağın üstündeki krem rengi yatak örtüsü, küçük penceredeki gökkuşağı renklerindeki perde, köşedeki eski şifonyer, yerdeki kedi yüzlü halı, eski model başucu lambası, yıpranmış armut koltuk, aynalı elbise dolabı, insanın genzini gıdıklayan lavanta kokusu… Bu bildik ortam kendimi daha iyi hissetmeme sebep oldu.

BİRİNCİ BÖLÜM SONU

Öykünün diğer bölümlerinde görüşmek üzere. Yorumlarınızı paylaşırsanız, çok mutlu olurum.

Sevgiyle Kalın

Nilgün TURAN