O lanet
telefondan hemen sonra, beynimin içine, güne gelmiş, anlatacak tonla şeyi olan
kadınlar gelip oturdu, her kafadan bir ses çıkıyor. Her biri otuz sekiz yıllık
hayatımın başka bir anını hatırlatıyor, biri susmadan diğeri başlıyor. İkinci
gün sesler, görüntüler, hatıralar dayanılmaz olmuştu. Özenle kilitlenmiş, artık
paslanmaya yüz tutmuş çekmeceler açıldıkça, duygular da gün yüzüne çıkmaya
başladı; çaresizlik, öfke, nefret, kızgınlık…
En zor anlarıma tanıklık
eden, uzun uzadıya kendimi anlatmak zorunda kalmayacağım, ben leb demeden onun
aslında leblebi olduğunu anlayacak tek insanın kapısını çaldım ben de. Oysa
öyle uzun zamandır onu aramamıştım ki, yine de beni sanki dün görüşmüşüz gibi
karşıladı. Bembeyaz olmuş saçlarını arkada sıkı bir topuz yapmıştı, hala çok
zayıftı. Çalıştığı günlerden kalma titizlikle jilet gibi ütülenmiş bembeyaz
gömleği ve hafif dökümlü siyah pantolonuyla bir ev kadınından çok bir öğretmeni
andırıyordu. Ne yargılama, ne de kırgınlık vardı gözlerinde, bakışlarında sadece derin bir anlayış, sonsuz
bir sevgi, hep olduğu gibi bu bakışlar beni sardı sarmaladı ve kanamaya
başlayan yaralarıma çabucak pansuman yaptı.
Anlattım ona;
gelen telefonu, susmayan kadınları, yine kendimi küçük, çaresiz bir çocuk gibi
hissettiğimi, kaçıp saklanmak istediğimi, karma karışık olan duygularımı… Hiç
sözümü kesmeden, anlayış dolu gözlerle beni dinledi. Sustuğumda, geldiğimde
pencereden neşeyle içeri giren güneş, gökyüzünü terk etmek üzereydi, saatlerdir
konuşuyordum. Ağzım, boğazım kupkuru olmuştu. Yanıma geldi ve omzuma dokundu, “bu
gece burada kal” dedi, bu şefkat dolu ilgi, beni yine küçücük bir çocuk yaptı.
Önce dudaklarım titredi, sonra da uzun gök gürlemelerinin ardından boşalan
sağanak misali gözyaşlarım sel oldu aktı. Daha önce defalarca yaptığı gibi
yavaşça bana sarıldı ve sağanak tamamen geçene kadar beni göğsüne bastırdı, bir
taraftan da yumuşak hareketlerle saçlarımı okşuyordu.
Tamamen
sustuğumda, geri çekilip gözlerimin içine bakarak;
-Artık
yüzleşmelisin, eğer bunu şimdi yapmazsan belki de bir daha yapmak için fırsatın
olmayacak, yaşadıklarını ve duygularını yok sayarak, yok edemezsin, dedi.
Tanımakta zorluk
çektiğim bir sesle;
-Yapamam, dedim.
Alışık olduğum o
ikna edici ses tonuyla;
-Yok saydığın
şeyler bak tek bir telefonla nasıl da ortaya çıktı. Bunu atlattın diyelim,
yıllar sonra, bir söz, bir hatıra, bir haber, yine her şeyi ortaya döküp
saçabilir. Hep hayatını böyle mi geçireceksin, dağılan duygularını toparlayıp
saklayarak. Bugüne kadar hayatına kimseyi almadın, ciddi bir beraberliğin
olmadı, başkasını sevmek için önce kendini sevmelisin, bunu hak ediyorsun,
herkes hak eder. Biliyorum olan biteni hiç hak etmedin, biliyorum çok küçüktün,
savunmasızdın. Ama bak geçti, artık ülkenin en iyi savcılarından birisisin,
başardın. Ama sırtında öyle ağır bir yük var ki, eğer yüzleşmezsen tüm hayatın
boyunca bu yükü taşıyacaksın. Bunu gerçekten istiyor musun? dedi.
-Çok yorgunum,
uyumak istiyorum.
-Yatağın yerini
biliyorsun, bir şeyler yemek ister misin?
-Hayır, bir şey
yiyecek durumda değilim.
Dudakları bir
kelebek gibi yanağıma değdi. Odaya çıktım, kapıyı kapatıp, yatağın ucuna
oturdum. Her şey yıllar önce bıraktığım gibiydi. Yatağın üstündeki krem rengi
yatak örtüsü, küçük penceredeki gökkuşağı renklerindeki perde, köşedeki eski
şifonyer, yerdeki kedi yüzlü halı, eski model başucu lambası, yıpranmış armut
koltuk, aynalı elbise dolabı, insanın genzini gıdıklayan lavanta kokusu… Bu
bildik ortam kendimi daha iyi hissetmeme sebep oldu.
BİRİNCİ BÖLÜM SONU
Öykünün diğer bölümlerinde görüşmek üzere. Yorumlarınızı paylaşırsanız, çok mutlu olurum.
Sevgiyle Kalın
Nilgün TURAN