
Evimiz iki katlıydı.
Girişte babaannem otururdu. İlk kat yapılırken, üstüne bir kat daha yapılacağı
hesaplanmamış olsa gerek, bizim oturduğumuz ikinci kat kuş yuvası misali
sonradan ilave edilmişti. Dışarıdan merdivenle çıkılırdı. Merdivenin hemen
başındaki siyah demir kapı, hem oturma odası, hem de salon olarak kullandığımız
yere açılırdı. Bu çakma salona açılan dört kapı daha vardı; mutfak,
banyo/tuvalet, benim odam ve babamların odası…
Akşamları her ne
yapıyor olursam olayım, kulağımın biri daima kapıda, merdivenlerden çıkacak
ayak seslerinde olurdu. Babamın ayak sesleri… Bu aramızda bir oyun olmuştu, ben
her akşam Onun geldiğini anlar, daha demir kapıya anahtarını sokamadan kapıyı
açıverirdim. Her seferinde ben anlamayayım diye farklı bir şey dener,
ayakkabılarını daha merdivenin altındayken çıkarır, parmak uçlarına basar, ama
daima oyunu ben kazanır, ondan önce kapıyı açardım. Babama anlatacak hep bir
şeylerim vardı, gün içinde olan biteni en ince detayına kadar sayar döker, kah
kucağına kah yanına oturur, konuşur, konuşurdum. En saçma şeyleri bile, büyük
bir merak ve ciddiyetle dinler, arada sorular sorarak daha da fazla anlatmam
için beni cesaretlendirirdi.
Çağla yeşili
gözleri, kısacık kesilmiş açık kumral saçları, yuvarlak yüz hatları, uzun boyu,
yapılı vücuduyla bugün bile gördüğüm en yakışıklı adamdı babam. Ben gözlerimin
ve saçlarımın rengini ondan almışım. Hala en iyiler arasında gösterilen bir
pastane zincirinin üretim bölümünde çalışırdı. Her akşam gelirken minik kekler,
pastalar getirirdi, en çok içine çikolata saklanmış, üstü çilekli krema ile
kaplanmış muffini severdim. Çok sonraları bir kitapta okudum, “kızlar
babalarını başka bir aşkla severlermiş”, işte ben onlardan biriydim.
O yıl ilkokul
ikinci sınıfa gidiyordum. Okumayı iyiden iyiye söken ben, bulduğu her şeyi
okuyan tam bir kitap canavarı olup çıkmıştım. Babam böyle söylerdi. İstanbul’un
havası malum, aralık ayında bile çok soğuk olmaz. Evimizin önünde etrafı yüksek
tahtalarla çevrilmiş küçücük bir bahçemiz vardı. Bizim eve çıkan merdivenlerin
hemen karşısında bir dut ağacı, altında da tahta bir masa ve dört sandalye…
Babaannem masanın üzerindeki muşambayı her gün mutlaka temizler, benim için
hazır tutardı. Hava çok kötü, yağışlı falan değilse, hem okuldan hem de
sokaktan arkadaşım Gülay’la birlikte bu masada ders çalışır, oyun oynardık.
Babaannem arada bize yiyecek içecek bir şeyler getirir, dışarı çıkmışken de
artık iyiden iyiye ağrımaya başlamış bacağını sürüye sürüye, bahçenin dört bir
yanına yayılmış çiçeklerini sular, onlarla konuşurdu.
Mutluydum, hem de
çok mutluydum. Ta ki o korkunç güne kadar…
Ocak ayının
ortalarıydı, birkaç gün önce babamın özene bezene benim için yaptığı bol
çikolatalı, fıstıklı, üzerinde balerin figürü olan muhteşem pastayı kesip,
mumları üflemiş, ne zamandır istediğim, saçları kıvır kıvır, parlak elbisesi,
çeşit çeşit tokalarıyla göz kamaştıran Barbie bebeği de kapmıştım.
O gece kulağım
yine merdivenlerde babamın gelmesini bekliyordum. Dışarıda olacak felaketi
haber verir gibi, hiç olmadığı kadar şiddetli bir yağmur ve lanet olası bir
fırtına vardı. Arada bir gök gürlüyor, çakan şimşekler etrafı gündüz gibi
aydınlatıyordu. Bunca gürültü arasında babamın ayak seslerini duyamamam da,
oyunumuzda yenilirim diye defalarca kapıyı kontrol ettim. Aklımda, “bu gece
mutlaka çilekli bir şeyler getirir” düşüncesi, kucağımda Barbie bebeğim, demir
kapının arkasındaki koltukta uyuyakalmışım.
İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU
Öykünün diğer bölümlerinde görüşmek üzere, yorumlarınızı paylaşırsanız çok mutlu olurum.
Sevgiyle Kalın
Nilgün TURAN