
Neyse, anarşist
tarafımı hemen susturuyor ve sadede geliyorum. Bir kitap yazmak için
çabalıyorum ve bilgi toplama kapsamında sayısız yayın ve kitap okuyor, birçok
da film izliyorum. İşte Human Planet serisiyle de bu araştırmalarım sırasında
tanıştım. İlk olarak “ORMANLAR” belgeselini izledim. İlk on dakika herşey
harika gidiyordu; ekranı durdurup, notlar alıyor, uzun uzun görüntülere bakıp
betimlemelere çalışıyordum. Ancak on birinci dakika gibi anlatılanların
büyüsüne kapıldım, kalemi, kâğıdı bir kenara bıraktım ve ekranın içine
kayıverdim.
Belgeselde;
Doğanın içinde,
onun bir parçası olarak yaşayan insanlardan bahsediliyor. Ve bu ilkel! insanların
çevrelerini de koruyarak hayatta kalmak için verdikleri inanılmaz mücadele
anlatılıyor. Öğrendiğimize göre sadece Brezilya’da şu an bizim dünyamızla –aynı
yerküreyi paylaşıyor olmamız aynı dünyada yaşadığımız anlamıza gelmiyor- hiç
etkileşime geçmemiş yetmiş kadar kabile olduğu tahmin ediliyormuş. Ülkede doğal
yaşamın korunmasından sorumlu bir kamu kurumu varmış; bu kurum bu insanları
bizim dünyamızdan, daha doğru bir anlatımla bizim zihniyetimizden korumak için çalışıyormuş.
Bir kabilenin
yaşam alanında çekim yapılmış: En önemli protein kaynağı maymunlar. Maymun
avlamak için uzun yıllar sonunda geliştirdikleri dört metrelik bir boru
kullanıyorlar. Boruları ağızlarına dayıyor ve ağacın tepesine doğru, yine uzun
uğraşlarla yaptıkları ucu boyalı minik oklarını fırlatıyorlar. Birkaç hamle
sonunda maymun akşam yemeği olmak üzere ağaçtan aşağıya düşüyor. İğrenç mi
geldi? Bana da öyle geldi, ta ki kabilenin yaşadığı köye gidinceye kadar. Köyde
aklın alamayacağı cins evcil hayvan var; rakunlar, fareler, keçiler… İşin
ilginç yanı ise her aile birkaç tane maymun besliyor. Yavru maymunlara kadınlar
göğüslerinden süt emziriyor ve onlara evlatları gibi özenle bakıyor. Hayır günün
birinde büyüyünce onları yiyebilmek için böyle davranmıyorlar. Karınlarını doyuran
ve sadece hayatta kalabilmek için avlamak zorunda kaldıkları bu hayvanlara
karşı borçlarını ödemek için yapıyorlar bunu, şükran duygularıyla. Doğanın
onlara verdiğini doğaya ödeyebilmek için…
Örtünmekle hiç
ilgilenmiyorlar; Adem Baba ve Havva Anadan bile daha çıplaklar. Ve bu onlar
için hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Kadınların sarkmış göğüslerinin onlar
için kol ya da bacaklarından bir farkı yok, sadece bir organ. Ya da erkeklerin
ortalıktaki hayaları, kulakları ya da burunları ne kadar ilgi çekiyorsa o kadar
ilgi çekici onlar için…
Çocuklar doğanın
bir parçası; karınları acıkınca hemen oracıkta buldukları bir Tarantula’yı
ustalıkla yakalayıp yiyiveriyorlar. Ama anneler hem bildiğimiz gibi;
çocuklarına bakışlarında derin bir sevgi ve onlara dokunuşlarından sonsuz bir
merhamet var.
Bir gökdelen
yapıyorlar kendilerine imece usulu; 50 metre yüksekte bir ağaç ev. Bunu lüks
için falan yapmıyorlar, selden, zararlı haşeretlerden ve bizden yani modern
dünya insanından gelebilecek saldırılardan korunmak için yapıyorlar. İnanılmaz
güzel ve estetik bir yapı çıkıyor ortaya; tüm malzeme ormanın onlara verdikleri…
Herşey bittikten sonra olanlar ise inanılmazdı. Eve hep beraber tırmanıp, yaptıklarını
kutsamak için tahta evin ortasına ateş yakıp, mutlulukla sohbet ettiler. Kimse
onlara tahtanın hemen tutuşuvereceğini söylememiş…
Öyle mutlu ve
huzurlular ki; bir şeyi korumak için mücadele etmelerine gerek yok. Çünkü
koruyacak hiç birşeyleri yok. Kilo sorunları yok, hepsi fit; çünkü
ihtiyaçlarından daha fazla tüketmiyorlar. Stres ya da depresyon denilen
illetlerle hiç tanışmamışlar. Hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları hariç hiçbir
canlıyı öldürmüyorlar. Bir adam gösterdi örneğin; adamın en büyük amacı ailesi
için biraz bal bulabilmek… Uzun uğraşlarla ağacın tepesine ulaşıp, kovanı
bulduğunda, yüzüne yansıyan mutluluk ve gurur, ancak bizim modern dünyamızda
çok büyük bilge insanların yüzünde görebileceğimiz cinsten… O balı yemeleri görülmeye
değer; saray salonlarında büyük masalar etrafında yemek yiyen insanlardan çok
daha büyük bir iç rahatlığı var yüzlerinde… Tüm bu avlanma merasimi boyunca
üzerlerine konan tek bir arıyı bile öldürmeye yeltenmediler. Tek yaptıkları,
yaktıkları biraz yapraktan çıkan dumanla onları biraz rahatsız ederek
kendilerinden uzak tutmaya çalışmaktı.,,
Ormanın onlara en
büyük armağanının müzik olduğunu söyledi birisi. Bülbül ya da sesini
bilmediğimiz nice canlının seslerini, yaprakların hışırtısını, suyun
şırıltısını taklit ederek şarkı söylüyorlar. Cennet Kuşunu taklit ederek dans
ediyorlar. Kabileler arası bir dans yarışması yaptılar. Yüzlerini ve
vücutlarını gökkuşağının renklerine boyamış ve doğadan aldıkları ile giyinmiş,
öylesine şık ve ahenk içindeydiler ki…
Belgesel
bittiğinde aslında doğanın bir parçası olduğumuzu anlıyorsunuz ve her
kestiğimiz ağaç, her kuruttuğumuz nehirle kendimizi yok ettiğimizi… Biliyor
musunuz, son elli yılda yağmur ormanlarının yarısı kesilmiş. Bu gerçekten çok
büyük bir oran… Ve bu istatistikle doğru orantılı olarak da, yaşam alanı yok
olan birçok canlı türünün soyu tükenmiş.
"Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, "bu benimdir" diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, "Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir" diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı."
JEAN-JACQUES ROUSSEAU
Not; Belgeseli büyük üstad Tuncay Kurtiz o muhteşem sesiyle seslendirmiş. Ruhu Şad Olsun
Sevgiyle Kalın...
Nilgün TURAN