Sayfalar

25 Haziran 2015 Perşembe

HUMAN PLANET (ORMANLAR)

Malumunuz çağımız bilgi ve teknoloji çağı… Şu an bu yazıyı muhtemelen akıllı bir cihazdan okuyorsunuz. O kadar ki varlığımızın ortasına teknoloji oturmazdan evvel nasıl bir hayatımız olduğunu artık hatırlayan çok az insan kaldı. Hepimiz teknolojinin nimetlerinden faydalanan “Teknoloji Köleleri” olduk kanımca. Hemen itiraz etmeyin; bir gün facebook’daki profilinize bakmayın, bir hafta cep telefonunuza el sürmeyin… Yapabilir misiniz? Biliyormusunuz, teknoloji bağımlılığını bir hastalık olarak tanımlamak üzere psikoloji ekolleri harıl harıl çalışıyormuş. Yakında bir şey “izm” hastalığı olarak duyarız. En fecisi ise şimdiden dünyanın çok önemli kısmı henüz adı konulamayan bu hastalığın pençesinde kıvranıyor...

Neyse, anarşist tarafımı hemen susturuyor ve sadede geliyorum. Bir kitap yazmak için çabalıyorum ve bilgi toplama kapsamında sayısız yayın ve kitap okuyor, birçok da film izliyorum. İşte Human Planet serisiyle de bu araştırmalarım sırasında tanıştım. İlk olarak “ORMANLAR” belgeselini izledim. İlk on dakika herşey harika gidiyordu; ekranı durdurup, notlar alıyor, uzun uzun görüntülere bakıp betimlemelere çalışıyordum. Ancak on birinci dakika gibi anlatılanların büyüsüne kapıldım, kalemi, kâğıdı bir kenara bıraktım ve ekranın içine kayıverdim.

Belgeselde;

Doğanın içinde, onun bir parçası olarak yaşayan insanlardan bahsediliyor. Ve bu ilkel! insanların çevrelerini de koruyarak hayatta kalmak için verdikleri inanılmaz mücadele anlatılıyor. Öğrendiğimize göre sadece Brezilya’da şu an bizim dünyamızla –aynı yerküreyi paylaşıyor olmamız aynı dünyada yaşadığımız anlamıza gelmiyor- hiç etkileşime geçmemiş yetmiş kadar kabile olduğu tahmin ediliyormuş. Ülkede doğal yaşamın korunmasından sorumlu bir kamu kurumu varmış; bu kurum bu insanları bizim dünyamızdan, daha doğru bir anlatımla bizim zihniyetimizden korumak için çalışıyormuş.

Bir kabilenin yaşam alanında çekim yapılmış: En önemli protein kaynağı maymunlar. Maymun avlamak için uzun yıllar sonunda geliştirdikleri dört metrelik bir boru kullanıyorlar. Boruları ağızlarına dayıyor ve ağacın tepesine doğru, yine uzun uğraşlarla yaptıkları ucu boyalı minik oklarını fırlatıyorlar. Birkaç hamle sonunda maymun akşam yemeği olmak üzere ağaçtan aşağıya düşüyor. İğrenç mi geldi? Bana da öyle geldi, ta ki kabilenin yaşadığı köye gidinceye kadar. Köyde aklın alamayacağı cins evcil hayvan var; rakunlar, fareler, keçiler… İşin ilginç yanı ise her aile birkaç tane maymun besliyor. Yavru maymunlara kadınlar göğüslerinden süt emziriyor ve onlara evlatları gibi özenle bakıyor. Hayır günün birinde büyüyünce onları yiyebilmek için böyle davranmıyorlar. Karınlarını doyuran ve sadece hayatta kalabilmek için avlamak zorunda kaldıkları bu hayvanlara karşı borçlarını ödemek için yapıyorlar bunu, şükran duygularıyla. Doğanın onlara verdiğini doğaya ödeyebilmek için…

Örtünmekle hiç ilgilenmiyorlar; Adem Baba ve Havva Anadan bile daha çıplaklar. Ve bu onlar için hiç önemli değilmiş gibi görünüyor. Kadınların sarkmış göğüslerinin onlar için kol ya da bacaklarından bir farkı yok, sadece bir organ. Ya da erkeklerin ortalıktaki hayaları, kulakları ya da burunları ne kadar ilgi çekiyorsa o kadar ilgi çekici onlar için…

Çocuklar doğanın bir parçası; karınları acıkınca hemen oracıkta buldukları bir Tarantula’yı ustalıkla yakalayıp yiyiveriyorlar. Ama anneler hem bildiğimiz gibi; çocuklarına bakışlarında derin bir sevgi ve onlara dokunuşlarından sonsuz bir merhamet var.

Bir gökdelen yapıyorlar kendilerine imece usulu; 50 metre yüksekte bir ağaç ev. Bunu lüks için falan yapmıyorlar, selden, zararlı haşeretlerden ve bizden yani modern dünya insanından gelebilecek saldırılardan korunmak için yapıyorlar. İnanılmaz güzel ve estetik bir yapı çıkıyor ortaya; tüm malzeme ormanın onlara verdikleri… Herşey bittikten sonra olanlar ise inanılmazdı. Eve hep beraber tırmanıp, yaptıklarını kutsamak için tahta evin ortasına ateş yakıp, mutlulukla sohbet ettiler. Kimse onlara tahtanın hemen tutuşuvereceğini söylememiş…

Öyle mutlu ve huzurlular ki; bir şeyi korumak için mücadele etmelerine gerek yok. Çünkü koruyacak hiç birşeyleri yok. Kilo sorunları yok, hepsi fit; çünkü ihtiyaçlarından daha fazla tüketmiyorlar. Stres ya da depresyon denilen illetlerle hiç tanışmamışlar. Hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları hariç hiçbir canlıyı öldürmüyorlar. Bir adam gösterdi örneğin; adamın en büyük amacı ailesi için biraz bal bulabilmek… Uzun uğraşlarla ağacın tepesine ulaşıp, kovanı bulduğunda, yüzüne yansıyan mutluluk ve gurur, ancak bizim modern dünyamızda çok büyük bilge insanların yüzünde görebileceğimiz cinsten… O balı yemeleri görülmeye değer; saray salonlarında büyük masalar etrafında yemek yiyen insanlardan çok daha büyük bir iç rahatlığı var yüzlerinde… Tüm bu avlanma merasimi boyunca üzerlerine konan tek bir arıyı bile öldürmeye yeltenmediler. Tek yaptıkları, yaktıkları biraz yapraktan çıkan dumanla onları biraz rahatsız ederek kendilerinden uzak tutmaya çalışmaktı.,,

Ormanın onlara en büyük armağanının müzik olduğunu söyledi birisi. Bülbül ya da sesini bilmediğimiz nice canlının seslerini, yaprakların hışırtısını, suyun şırıltısını taklit ederek şarkı söylüyorlar. Cennet Kuşunu taklit ederek dans ediyorlar. Kabileler arası bir dans yarışması yaptılar. Yüzlerini ve vücutlarını gökkuşağının renklerine boyamış ve doğadan aldıkları ile giyinmiş, öylesine şık ve ahenk içindeydiler ki…

Belgesel bittiğinde aslında doğanın bir parçası olduğumuzu anlıyorsunuz ve her kestiğimiz ağaç, her kuruttuğumuz nehirle kendimizi yok ettiğimizi… Biliyor musunuz, son elli yılda yağmur ormanlarının yarısı kesilmiş. Bu gerçekten çok büyük bir oran… Ve bu istatistikle doğru orantılı olarak da, yaşam alanı yok olan birçok canlı türünün soyu tükenmiş.

"Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, "bu benimdir" diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, "Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir" diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı." 
JEAN-JACQUES ROUSSEAU

Not; Belgeseli büyük üstad Tuncay Kurtiz o muhteşem sesiyle seslendirmiş. Ruhu Şad Olsun

Sevgiyle Kalın...

Nilgün TURAN