Sayfalar

7 Temmuz 2015 Salı

BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ...

Masal bu ya, günlerden bir gün UMUT ile KORKU yolda karşılaşmış. Aslında bu ilk karşılaşmaları değilmiş; onlar birbirini, bir araya geldikleri sayısız evden tanıyormuş. Tanıyorlar dediysem, aralarında bir dostluk ya da bir muhabbet yokmuş ama zamanın başından beri birinin olduğu evde daima diğeri de bulunurmuş. Bu misafirliklerde Korku her zaman baş konukmuş; en çok ikram ona sunulur, insanlar onu en olmadık şekillerde besler ve donatır, tabir yerindeyse ona gözleri gibi bakarlarmış. Üstelik çok meşgul olduğundan her yere yetişemediğinde bile, onu nerede olursa olsun arar bulur, ısrarla evlerine davet eder ve onun için daima başköşeyi ayırırlarmış. O ise, her seferinde hiç itiraz etmeden, kendisi için ayrılan bu güzide yere geçer oturur ve çevresinde olanları büyük bir keyifle izlermiş. Çevresinde olansa çoğu kez karışıklık ve akla hayale gelmeyen düş kırıklıklarıymış. Ancak insanlar asla canlarını sıkan şeylerde baş konuk Korku’nun parmağı olabileceğini düşünmez, her zaman suçlayacak başka başka şeyler bulurlarmış.

Umut ise çok nadir zamanlar dışında hiç de ısrarla davet edilen bir konuk değilmiş. Hele ki onu olmadık yerlerde arayıp bulmak ve ısrarla evine davet etmek çok az insanın aklına gelirmiş. O maalesef çoğunlukla kapıdan kovulan, bu nedenle de binbir güçlükle bacadan girmek zorunda olanmış. Onu içerde gören ev sahipleri, ekseriye şaşkınlıkla karşılar, “Korku gibi bir baş konuk varken şimdi bu cılız şey de nereden çıktı” diye dudak bükerlermiş. Maalesef o, görmezden gelinenmiş. Neyse ki sayıları çok az da olsa, kimi insanlar onu görmekten büyük mutluluk duyarak, ona saygı gösterir ve nadir olarak da Korku’yu bir bahane ile defedip, ondan boşalan güzide yere bu beklenmedik misafiri oturturlarmış. İşte bu anlarda Umut’un gözleri mutluluktan ıslanır ve ona böylesine kıymet veren, onu evinin en güzide yerine oturtan bu evsahibi için elinden gelen ne varsa yapmak istermiş. Yaparmış da; bu riski alan ve Umut’u baş tacı eden her kim olursa olsun daha önce farkına bile varmadığı bir sürü güzel şeyle karşılaşırmış. İçini karartan düşüncelerden kurtulur, hayaller kurar ve hayattan dilediklerini yavaşca almaya başlarmış. Ama bu nadir insanlar, başlarına gelen olumlu her şeyin baş konukları Umut’tan kaynaklı olduğunu bilirmiş. Bu nedenle de Korku’yu bir daha evlerine davet etmeyi asla akıllarına getirmezlermiş. Böyle zamanlarda roller değişir ve bu kez Korku, kapıdan kovulduğu bu evlere bacadan girmek için çabalar dururmuş. Girebildiği zamanlarda da ev sahibi bu nahoş misafiri oldukça soğuk karşılar ve hemen gitmesi için ona kapıyı gösterirmiş.

Onların arasındaki garip bir rekabet imiş; Korku’nun bozduğunu, Umut tamir etmeye çalışır, Umut’un tamir ettiğini ise, Korku bozmak için çabalarmış.

İşte o gün de Korku hiç acele etmeden davet aldığı bir eve doğru yürüyormuş. Umut'sa daha önce defalarca kovulduğu bir evin kapısını tekrar çalmak için acele içindeymiş. Tam yanyana geldiklerinde Korku Umut’a tepeden bakarak, “Ne o, yine alınmadığın bir eve zorla girmek için mi koşturmaktasın” demiş, alaycı bir sesle. Umut başı dik, kısaca, “Evet” demiş, onu muhatap almadığını belli eden bir ifadeyle.  Korku kulakları tırmalayan bir kahkaha atmış, “Senin azmine hayranım doğrusu. Asla pes etmiyorsun. Oysa ben senden çok daha güçlüyüm ve sen bunu kabul etmek ve köşene çekilmek yerine hala beni alt edebileceğine inanıyorsun. Kurduğun hayale öylesine sıkı sıkıya bağlısın ki, bu uğurda yorulmadan koşturup duruyorsun.”

İnanılmaz olansa onun söylediklerinin doğru olduğuymuş; gerçekten de aralarındaki rekabette Korku daima açık ara öndeymiş. Çünkü insanlar, evlerine aydınlık girmesini engelleyen, etrafı kirleten, dostları ile arasını bozan ve bazen de tüm düzenlerini alt üst ederek kendilerini evsiz bırakan Korku’ya karşı son derece güçsüzmüş. Korku’nun kaba sözlerine rağmen, Umut hiç istifini bozmadan yürümeye devam ediyorken, aniden arkasına dönerek ona doğru seslenmiş, “ Ben tüm evlere öyle ya da böyle girebiliyorken, senin asla yanına yaklaşamadığın evler olduğunu sana her seferinde hatırlatmam gerekiyor.” Bu sözleri duyan Korku, yerine mıhlanıp kalmış. Gerçekten de onca çabasına rağmen bir türlü girmeyi başaramadığı bir grup ev, zamanın başından beri oldukça canını sıkmaktaymış. Bu evlerin çevresinde sayısız kereler dolanıp durmuş olmasına rağmen, içeri asla davet edilmediği gibi, etrafa şöyle göz atabileceği bir imkana dahi hiçbir zaman sahip olamamış. Bunu hatırlamak Korku’nun içini öfkeyle doldurmuş, çakmak çakmak olmuş gözlerini fütursuzca Umut’a dikerek, “Seni bir düelloya davet ediyorum” demiş.

-Ne tür bir düello?

-Giremediğimi iddia ettiğin o evlerden en az bir tanesine gireceğim, eğer bunu başarırsam bir daha bu konuda senden tek kelime bile duymayacağım ve sen benim gücümü kabul edeceksin.

-Peki ya giremezsen, demiş Umut kendinden emin bir sesle.

-O zaman sen ne dersen onu yapacağım.

-Ne dersem mi?

-Evet ne dersen…

-Seni bir yere götürmek istersem, benimle oraya gelmek de dahil mi yapacağın her şeye?

Anlamış Korku, onun nereden bahsettiğini, isteksizce, “Evet, beni götürmek istediğin yere gelmek de dahil olarak, sen ne dersen onu yapacağım”

-Anlaştık, demiş Umut, memnun bir ifadeyle. Yarın bu saatte seni burada bekliyor olacağım.

Bunu söyler söylemez de, hızla arkasına dönüp, aceleyle kalabalığa karışmış.

Korku, içten içe böylesine büyük bir vaatte bulunmuş olmaktan dolayı hafif bir pişmanlık duysada, çabucak kendini toplamış. Kibirle aralanan dudaklarından, “Gel bakalım, geleceğin varsa göreceğin de var. Nihayet seni alt etmek için beklediğim fırsatı bana kendi ellerinle sundun. Aptal şey…” sözleri dökülmüş. Etrafındaki sıkıntılı yüzlere şöyle bir baktıktan sonra da, omuzlarını dikleştirerek davet edildiği eve doğru sakin yürüyüşüne devam etmiş.

Güneş, bol yıldızlı, sakin geceyi yararak ufukta göründüğünde, toprağın üstündeki çoğu canlı onu neşeyle selamlamış. O ise, doğuda başlayan yolculuğuna acele etmeden devam ederek, nihayet tepede asılı kaldığında, bu neşeli selama altın sarısı ışıkları ile toprağı ısıtarak cevap vermiş. Uzakta bir yerde bir bülbül, şen sesiyle bir şarkı tutturmuş, ışıkla yıkanan yapraklar hafifçe sallanarak onun bu şarkısına kendi ritimleriyle eşlik etmiş. Havada, insanın içine işleyen bir amber kokusu dolaşıyormuş.

İşte böyle, pırıl pırıl bir günün orta yerinde, Umut ile Korku sözleştikleri yere varmışlar. Umut, neşe içinde ıslık çalarak, bir ağacın yaşlı gövdesine yaslanmış halde keyifle etrafı seyrederken, Korku çevresindeki her şeyi görmezden gelerek kendi ile meşgul, bir bankta vakit öldürmekteymiş. Tam kolundaki gösterişli saate bakıp, “Gecikti, anladı aptal başaramayacağını, gelmeyecek” diye söylenmeye başlamışken, Umut’un, “Merhaba, nasıl güzel bir gün değil mi?” diyen sesini duymuş. Umursamaz bir halde kafasını çevirip, “Bana ne” dercesine omuzlarını silkerek, “Hazır mısın” diye sormuş. Karşısındaki parlayan gözleriyle, “Daima” diye onu yanıtlamış. “Hadi” demiş Korku, “Bütün gün burada durup senin havayla, suyla ilgili zırvalarını dinleyecek değilim. Bugün yetişmem gereken çok sayıda ev var.” Bunu söyler söylemez de az önce miskinlenen kendisi değilmiş gibi, seri hareketlerle yola koyulmuş. Umut onun bu hallerine alışık, sakinliğini muhafaza ederek sessizce yanında yürümüş. 

Kalabalık sokakları çabucak katedip, yemyeşil ağaçların gölgelediği bir alana varmışlar. Alanın orta yerindeki bir kum havuzunun içinde, ellerinde minik kürekleri ve minik kovaları ile bir grup çocuk neşe içinde oynamaktaymış. Korku bir süre onları tiksinerek izlemiş, “Koca koca insanlar beni evlerine tereddütsüz davet ederken, bu sidikli şeylerin evlerinin yakınına bile yaklaşamıyor olmam akıl alır gibi değil” diye düşünüyormuş bir yandan da. Nihayet gözüne en zayıfları olduğuna inandığı bir tanesini kestirmiş; ancak iki yaşında, koyu kumral saçları, açık tenli yüzünü çevreleyen, su yeşili gözleriyle etrafa gülücükler dağıtan bir erkek çocuk… Kısacık şortunun sıkıştırdığı tombul bacaklarına kumlar yapışmış, oturduğu yerden, kafası büyüklüğündeki kovasına binbir çabayla doldurduğu kumları, hiç tereddüt etmeden geri döküp, sonra sonsuz bir çabayla tekrar doldurmaya çalışan bir velet… Umut’a dönerek, “İşte bu” demiş Korku, “Öyle aptal ki, onun evine sızmakta hiç de güçlük çekmeyeceğim.”

-Göreceğiz, demiş diğeri, muziplikle kıvrılmış dudakları arasından.

Korku, yüzünde haşin bir ifadeyle çocuğa doğru yaklaşmış. Yaklaşır yaklaşmaz da bir darbeyle elindeki kovasını düşürüvermiş. Çocuk darbenin nereden geldiğini anlayamamış, -Sanırım söylemeyi unuttum; hem Korku hem de Umut bildiğimiz anlamda görünür değillermiş.- şaşkınca etrafına bakınmış. Korku mutlulukla gülümsemiş, insanların sahip oldukları şeyi kaybetmekten dolayı nasıl da korktuklarından haberdarmış. "Şimdi kovasını kaybetme korkusuyla evinin kapılarını bana sonuna kadar açacak” diye düşünmüş. Ama o da ne, tam yanında oturak, altın sarısı saçları tepesinde toplanmış, cilli suratlı bir kız, yerdeki kovayı alıp oğlanın eline tutuşturuvermiş. Oğlan hiçbir şey olmamış gibi kumla olan dostluğuna devam etmiş. Az sonra da havuzun kenarına tutunarak kan ter içinde güçlükle ayağa kalmış, “Hah” demiş Korku, “Henüz yürüyemiyor. İnsanlar canlarının yanmasından korkar ve yapacağı her ne varsa erteler durur.” Gerçekten de çocuk onca uğraşıdan sonra henüz ayağa kalkabilmişken, hop diye gerisin geriye poposunun üzerine düşüvermiş. Ancak, ağlayıp, tepinmesi, şikayet etmesi gerekirken, hiç istifini bozmadan, bir kez daha ayağa kalkmak için debelenmeye başlamış. Bir kez daha düşmüş, Korku sevinçle gülümsemiş, çünkü bu kez çarptığı dizindeki kızarıklık ayan meyan ortadaymış; oğlanın canı canmış. “Artık tekrar denemesi imkansız” diye düşünürken, onun hiçbir şey olmamış gibi tekrar tekrar ayağa kalkma çabası karşısında şaşkınlıkla kalakalmış. Bu böyle olmayacakmış, daha güçlü bir şeye ihtiyaç varmış. Gerçektende Korku büyüklerde işe yarayan herşeyi denemiş; Reddedilme Korkusu, -Oğlan reddedilince hiç umursamadan yüzünü başka bir çocuğa dönmüş-, Rezil Olma Korkusu, -Onca yaşıtının yanında paçalarından süzülen sidik onu hiç rahatsız etmemiş-, Beğenilmeme Korkusu, -Neye benzediğiyle hiç ilgilenmiyor gibiymiş-, Statü Korkusu, -Onun için tek statü çocuk olmakmış-…

Korku uzun süre bildiği tüm yöntemleri denediği halde oğlanın evine girmeyi bir türlü başaramamış; Çocuk hiçbir şeye karşı korku geliştirmeden, mutlu oyununa öylece devam edip durmuş.

Nice zaman sonra pes edip, öfkeyle geri dönen Korku, Umut’u, uzandığı çiçeklerin arasından gökyüzünü seyrederken bulmuş ve onun, kendi gösterdiği çabanın tek bir anını bile izlemediğini anlamış;

-Nasıl onun evine giremiyeceğimden bu kadar emin oldun, diye sormuş şaşırarak.

Umut, Korku’nun az önceki kibrinin kırıldığını, gerçekten de neden sonuç alamadığını öğrenmeye istekli olduğunu görmüş. Anlayışlı bir sesle;

-Ben emindim. Sana, götüreceğim heryere geleceğine dair bana verdiğin sözü hatırlatmak istiyorum. Bu sorunun cevabını ben değil, Onun vermesini tercih ederim, demiş.

Korku çaresiz başını sallamış, kabul ettiğini belirtircesine. Umut, keyifle kıkırdamış, “Çok uzağa gitmemize gerek olmayacak. Sevgi hemen şuracıkta” demiş.

Sevgi lafını duyan Korku gerildiyse de çok belli etmemeyi başarmış; öyle ya nasıl gerilmesin, O, zamanın başından beri karşılaşmamak için çaba harcadığıymış. Sevgi’yi, az önceki oğlanın annesinin evinde bulmuşlar. Sanki evin tamamı onunla doluymuş gibi, her yer ışıl ışılmış. Onları gördüğüne hiç şaşırmamış; Korku’yu da, Umut’u karşıladığı gibi çoşkuyla karşılamış ve buyur etmiş. Kısa bir sohbetin ardından nihayet Korku aklındaki soruyu sormuş;

-Neden oğlanın evine girmeyi başaramadım?

Sevgi, suyun dinlendiren, güneşin ısıtan, gökkuşağının çoşku veren, sesiyle konuşmuş;

-Çünkü onun kaybedecek bir şeyi yoktu. İnsanlar kaybedecek şeyi olduğunda seni çağırırlar. Çocuk, tüm masumiyetiyle zaten herşeyin kendisinin olduğuna inanıyor ve ulaşamıyacağı şey için de kederlenmeyi bilmiyor. Elindeki ister bir kum kovası olsun, ister bir lokma ekmek, ister yamalı bir pantolon, onun için fark etmiyor, O elindekiyle mutlu olmayı biliyor.

-Sonra?

-Sonra büyüyor ve çevresinden seni öğreniyor. Kaybetmenin, sahip olamamanın acısını yaşamaya başlıyor ve sen ortaya çıkıyorsun. Sonra da Umut’la aranızda sonu gelmeyen bir rekabet başlıyor.

-Peki sen bunun neresindesin?

-Darılmanı ve kişisel algılamanı istemem ama ben Umut’ut olduğu taraftayım. Aslında ben daima denge sağlayıcıyım; evlerde senin varlığını zayıflatıp, Umut’ut varlığını artırmak için çalışıyorum.

-Sence bunu ne ölçüde yapabiliyorsun?

-Keşke hep yapabiliyorum diyebilseydim. Benim de kendime yer bulmam her zaman kolay olmuyor. En kolay girebildiğim evler annelere ait olanlar. Ben onların evini öylesine sarıp sarmalıyorum ki, onlardan yayılan ışık çocuklarına geçiyor. Böylece çocuklarını yorulmadan her koşulda desteklemeyi becerebiliyorlar, bu durumda da çocuk bundan aldığı güçle seni evinin yakınına bile sokmuyor.

-Anlayabildiğimi zannetmiyorum…

-Şöyle açıklamaya çalışayım; sen oğlanı düşürmek ve onun evine girmek için uğraşırken anneye bir kez bile bakmadın. Anne, çocuk her başarısız olduğunda onu sözleriyle ve davranışlarıyla yüreklendirmeye devam etti. Ona asla kızmadı ve yapamayacağını ima etmedi. Çocuk bundan öylesine bir güç aldı ki, eleştirilmeyeceğinden, cezalandırılmayacağından, hor görülmeyeceğinden emin, tekrar deneyebildi.

-Sonra ne oluyor, annenin sevgisi mi zayıflıyor?

-Hayır tabi ki! Olur mu öyle şey, sadece çocuk yüzünü başka şeylere dönüyor ve onu aydınlatan ışığı görmekten vazgeçiyor.

Korku yeni aklına gelmiş gibi, “Bak” dedi “Ben de annenin evindeyim, senle ve Umut’la birlikte. Bunu nasıl açıklayacaksın?”

Sevgi güldü, “Evet öylesin ama etrafına bir bak, başköşede olan benim ve yanımda oturan da Umut. Sen de buradasın ancak benim izin verdiğim kadar ve burada yaptığın çocuğuna karşı daha özenli ve duyarlı olmak için bir anneyi arada bir harekete geçirmekten ibaret”

Anlamıştı Korku ama son bir sorusu daha vardı;

-Söylemek istediğin, benim evlerin baş konuğu olmadığım mı?

-Benim söylemek istediğim, benim olduğum yerde senin gücünün esamesinin bile okunamayacağıdır. Umarım Umut bana alınmaz ama sen ancak onun rakibi olup, bu tuhaf oyununu onunla oynayabilirsin. Ona karşı zafer kazandığını düşünüp, bundan mutlu olabilirsin. Ancak sen, benim köklerimin olduğu bir yerde ancak benim izin verdiğim kadar kök salabilirsin.

Korku uysalca başını sallamış.

Az sonra anne çocuğunun yaralanmasından korkarak ayağa fırlamış ve tam kaydırağın ucundayken onu yakalamış. Oğlunu göğsüne yaslayarak, saçlarını sevgiyle okşamış ve ona, “Korkma, ben buradayım ve bir dahaki sefere çok daha güzel kayabileceksin” demiş.

Sevgiyle Kalın

Nilgün TURAN