
Umut ise çok nadir zamanlar dışında hiç de ısrarla davet edilen bir konuk değilmiş. Hele ki onu olmadık yerlerde arayıp bulmak ve ısrarla evine davet etmek çok az insanın aklına gelirmiş. O maalesef çoğunlukla kapıdan kovulan, bu nedenle de binbir güçlükle bacadan girmek zorunda olanmış. Onu içerde gören ev sahipleri, ekseriye şaşkınlıkla karşılar, “Korku gibi bir baş konuk varken şimdi bu cılız şey de nereden çıktı” diye dudak bükerlermiş. Maalesef o, görmezden gelinenmiş. Neyse ki sayıları çok az da olsa, kimi insanlar onu görmekten büyük mutluluk duyarak, ona saygı gösterir ve nadir olarak da Korku’yu bir bahane ile defedip, ondan boşalan güzide yere bu beklenmedik misafiri oturturlarmış. İşte bu anlarda Umut’un gözleri mutluluktan ıslanır ve ona böylesine kıymet veren, onu evinin en güzide yerine oturtan bu evsahibi için elinden gelen ne varsa yapmak istermiş. Yaparmış da; bu riski alan ve Umut’u baş tacı eden her kim olursa olsun daha önce farkına bile varmadığı bir sürü güzel şeyle karşılaşırmış. İçini karartan düşüncelerden kurtulur, hayaller kurar ve hayattan dilediklerini yavaşca almaya başlarmış. Ama bu nadir insanlar, başlarına gelen olumlu her şeyin baş konukları Umut’tan kaynaklı olduğunu bilirmiş. Bu nedenle de Korku’yu bir daha evlerine davet etmeyi asla akıllarına getirmezlermiş. Böyle zamanlarda roller değişir ve bu kez Korku, kapıdan kovulduğu bu evlere bacadan girmek için çabalar dururmuş. Girebildiği zamanlarda da ev sahibi bu nahoş misafiri oldukça soğuk karşılar ve hemen gitmesi için ona kapıyı gösterirmiş.
Onların
arasındaki garip bir rekabet imiş; Korku’nun bozduğunu, Umut tamir etmeye
çalışır, Umut’un tamir ettiğini ise, Korku bozmak için çabalarmış.
İşte o gün de
Korku hiç acele etmeden davet aldığı bir eve doğru yürüyormuş. Umut'sa daha önce
defalarca kovulduğu bir evin kapısını tekrar çalmak için acele
içindeymiş. Tam yanyana geldiklerinde Korku Umut’a tepeden bakarak, “Ne o, yine
alınmadığın bir eve zorla girmek için mi koşturmaktasın” demiş, alaycı bir
sesle. Umut başı dik, kısaca, “Evet” demiş, onu muhatap almadığını belli eden
bir ifadeyle. Korku kulakları tırmalayan
bir kahkaha atmış, “Senin azmine hayranım doğrusu. Asla pes etmiyorsun. Oysa
ben senden çok daha güçlüyüm ve sen bunu kabul etmek ve köşene çekilmek yerine
hala beni alt edebileceğine inanıyorsun. Kurduğun hayale öylesine sıkı sıkıya
bağlısın ki, bu uğurda yorulmadan koşturup duruyorsun.”
İnanılmaz olansa
onun söylediklerinin doğru olduğuymuş; gerçekten de aralarındaki rekabette Korku
daima açık ara öndeymiş. Çünkü insanlar, evlerine aydınlık girmesini
engelleyen, etrafı kirleten, dostları ile arasını bozan ve bazen de tüm
düzenlerini alt üst ederek kendilerini evsiz bırakan Korku’ya karşı son derece
güçsüzmüş. Korku’nun kaba sözlerine rağmen, Umut hiç istifini bozmadan yürümeye
devam ediyorken, aniden arkasına dönerek ona doğru seslenmiş, “ Ben tüm evlere
öyle ya da böyle girebiliyorken, senin asla yanına yaklaşamadığın evler
olduğunu sana her seferinde hatırlatmam gerekiyor.” Bu sözleri duyan Korku,
yerine mıhlanıp kalmış. Gerçekten de onca çabasına rağmen bir türlü girmeyi
başaramadığı bir grup ev, zamanın başından beri oldukça canını sıkmaktaymış. Bu
evlerin çevresinde sayısız kereler dolanıp durmuş olmasına rağmen, içeri asla
davet edilmediği gibi, etrafa şöyle göz atabileceği bir imkana dahi hiçbir zaman
sahip olamamış. Bunu hatırlamak Korku’nun içini öfkeyle doldurmuş, çakmak
çakmak olmuş gözlerini fütursuzca Umut’a dikerek, “Seni bir düelloya davet
ediyorum” demiş.
-Ne tür bir
düello?
-Giremediğimi
iddia ettiğin o evlerden en az bir tanesine gireceğim, eğer bunu başarırsam bir
daha bu konuda senden tek kelime bile duymayacağım ve sen benim gücümü kabul
edeceksin.
-Peki ya
giremezsen, demiş Umut kendinden emin bir sesle.
-O zaman sen ne
dersen onu yapacağım.
-Ne dersem mi?
-Evet ne dersen…
-Seni bir yere
götürmek istersem, benimle oraya gelmek de dahil mi yapacağın her şeye?
Anlamış Korku,
onun nereden bahsettiğini, isteksizce, “Evet, beni götürmek istediğin yere gelmek
de dahil olarak, sen ne dersen onu yapacağım”
-Anlaştık, demiş
Umut, memnun bir ifadeyle. Yarın bu saatte seni burada bekliyor olacağım.
Bunu söyler
söylemez de, hızla arkasına dönüp, aceleyle kalabalığa karışmış.
Korku, içten içe
böylesine büyük bir vaatte bulunmuş olmaktan dolayı hafif bir pişmanlık
duysada, çabucak kendini toplamış. Kibirle aralanan dudaklarından, “Gel
bakalım, geleceğin varsa göreceğin de var. Nihayet seni alt etmek için
beklediğim fırsatı bana kendi ellerinle sundun. Aptal şey…” sözleri dökülmüş. Etrafındaki
sıkıntılı yüzlere şöyle bir baktıktan sonra da, omuzlarını dikleştirerek davet
edildiği eve doğru sakin yürüyüşüne devam etmiş.
Güneş, bol
yıldızlı, sakin geceyi yararak ufukta göründüğünde, toprağın üstündeki çoğu
canlı onu neşeyle selamlamış. O ise, doğuda başlayan yolculuğuna acele etmeden
devam ederek, nihayet tepede asılı kaldığında, bu neşeli selama altın sarısı
ışıkları ile toprağı ısıtarak cevap vermiş. Uzakta bir yerde bir bülbül, şen
sesiyle bir şarkı tutturmuş, ışıkla yıkanan yapraklar hafifçe sallanarak onun bu
şarkısına kendi ritimleriyle eşlik etmiş. Havada, insanın içine işleyen bir amber
kokusu dolaşıyormuş.
İşte böyle, pırıl
pırıl bir günün orta yerinde, Umut ile Korku sözleştikleri yere varmışlar.
Umut, neşe içinde ıslık çalarak, bir ağacın yaşlı gövdesine yaslanmış halde
keyifle etrafı seyrederken, Korku çevresindeki her şeyi görmezden gelerek kendi
ile meşgul, bir bankta vakit öldürmekteymiş. Tam kolundaki gösterişli saate
bakıp, “Gecikti, anladı aptal başaramayacağını, gelmeyecek” diye söylenmeye
başlamışken, Umut’un, “Merhaba, nasıl güzel bir gün değil mi?” diyen sesini
duymuş. Umursamaz bir halde kafasını çevirip, “Bana ne” dercesine omuzlarını
silkerek, “Hazır mısın” diye sormuş. Karşısındaki parlayan gözleriyle, “Daima”
diye onu yanıtlamış. “Hadi” demiş Korku, “Bütün gün burada durup senin havayla,
suyla ilgili zırvalarını dinleyecek değilim. Bugün yetişmem gereken çok sayıda
ev var.” Bunu söyler söylemez de az önce miskinlenen kendisi değilmiş gibi,
seri hareketlerle yola koyulmuş. Umut onun bu hallerine alışık, sakinliğini
muhafaza ederek sessizce yanında yürümüş.
Kalabalık sokakları çabucak katedip,
yemyeşil ağaçların gölgelediği bir alana varmışlar. Alanın orta yerindeki bir
kum havuzunun içinde, ellerinde minik kürekleri ve minik kovaları ile bir grup
çocuk neşe içinde oynamaktaymış. Korku bir süre onları tiksinerek izlemiş, “Koca
koca insanlar beni evlerine tereddütsüz davet ederken, bu sidikli şeylerin
evlerinin yakınına bile yaklaşamıyor olmam akıl alır gibi değil” diye
düşünüyormuş bir yandan da. Nihayet gözüne en zayıfları olduğuna inandığı bir
tanesini kestirmiş; ancak iki yaşında, koyu kumral saçları, açık tenli yüzünü
çevreleyen, su yeşili gözleriyle etrafa gülücükler dağıtan bir erkek çocuk…
Kısacık şortunun sıkıştırdığı tombul bacaklarına kumlar yapışmış, oturduğu
yerden, kafası büyüklüğündeki kovasına binbir çabayla doldurduğu kumları, hiç
tereddüt etmeden geri döküp, sonra sonsuz bir çabayla tekrar doldurmaya çalışan
bir velet… Umut’a dönerek, “İşte bu” demiş Korku, “Öyle aptal ki, onun evine
sızmakta hiç de güçlük çekmeyeceğim.”
-Göreceğiz, demiş
diğeri, muziplikle kıvrılmış dudakları arasından.
Korku, yüzünde
haşin bir ifadeyle çocuğa doğru yaklaşmış. Yaklaşır yaklaşmaz da bir darbeyle
elindeki kovasını düşürüvermiş. Çocuk darbenin nereden geldiğini anlayamamış, -Sanırım
söylemeyi unuttum; hem Korku hem de Umut bildiğimiz anlamda görünür
değillermiş.- şaşkınca etrafına bakınmış. Korku mutlulukla gülümsemiş, insanların sahip oldukları şeyi kaybetmekten dolayı nasıl da korktuklarından
haberdarmış. "Şimdi kovasını kaybetme korkusuyla evinin kapılarını bana sonuna
kadar açacak” diye düşünmüş. Ama o da ne, tam yanında oturak, altın sarısı
saçları tepesinde toplanmış, cilli suratlı bir kız, yerdeki kovayı alıp oğlanın
eline tutuşturuvermiş. Oğlan hiçbir şey olmamış gibi kumla olan dostluğuna
devam etmiş. Az sonra da havuzun kenarına tutunarak kan ter içinde güçlükle
ayağa kalmış, “Hah” demiş Korku, “Henüz yürüyemiyor. İnsanlar canlarının
yanmasından korkar ve yapacağı her ne varsa erteler durur.” Gerçekten de çocuk
onca uğraşıdan sonra henüz ayağa kalkabilmişken, hop diye gerisin geriye
poposunun üzerine düşüvermiş. Ancak, ağlayıp, tepinmesi, şikayet etmesi
gerekirken, hiç istifini bozmadan, bir kez daha ayağa kalkmak için debelenmeye
başlamış. Bir kez daha düşmüş, Korku sevinçle gülümsemiş, çünkü bu kez çarptığı
dizindeki kızarıklık ayan meyan ortadaymış; oğlanın canı canmış. “Artık tekrar
denemesi imkansız” diye düşünürken, onun hiçbir şey olmamış gibi tekrar tekrar
ayağa kalkma çabası karşısında şaşkınlıkla kalakalmış. Bu böyle olmayacakmış,
daha güçlü bir şeye ihtiyaç varmış. Gerçektende Korku büyüklerde işe yarayan
herşeyi denemiş; Reddedilme Korkusu,
-Oğlan reddedilince hiç umursamadan yüzünü başka bir çocuğa dönmüş-, Rezil Olma Korkusu, -Onca yaşıtının
yanında paçalarından süzülen sidik onu hiç rahatsız etmemiş-, Beğenilmeme Korkusu, -Neye benzediğiyle
hiç ilgilenmiyor gibiymiş-, Statü
Korkusu, -Onun için tek statü çocuk olmakmış-…
Korku uzun süre
bildiği tüm yöntemleri denediği halde oğlanın evine girmeyi bir türlü
başaramamış; Çocuk hiçbir şeye karşı korku geliştirmeden, mutlu oyununa öylece
devam edip durmuş.
Nice zaman sonra pes edip, öfkeyle
geri dönen Korku, Umut’u, uzandığı çiçeklerin arasından gökyüzünü seyrederken
bulmuş ve onun, kendi gösterdiği çabanın tek bir anını bile izlemediğini
anlamış;
-Nasıl onun evine
giremiyeceğimden bu kadar emin oldun, diye sormuş şaşırarak.
Umut, Korku’nun
az önceki kibrinin kırıldığını, gerçekten de neden sonuç alamadığını öğrenmeye
istekli olduğunu görmüş. Anlayışlı bir sesle;
-Ben emindim. Sana, götüreceğim heryere geleceğine dair bana verdiğin sözü hatırlatmak istiyorum. Bu sorunun cevabını
ben değil, Onun vermesini tercih ederim, demiş.
Korku çaresiz
başını sallamış, kabul ettiğini belirtircesine. Umut, keyifle kıkırdamış, “Çok
uzağa gitmemize gerek olmayacak. Sevgi hemen şuracıkta” demiş.
Sevgi lafını duyan
Korku gerildiyse de çok belli etmemeyi başarmış; öyle ya nasıl gerilmesin, O,
zamanın başından beri karşılaşmamak için çaba harcadığıymış. Sevgi’yi, az
önceki oğlanın annesinin evinde bulmuşlar. Sanki evin tamamı onunla doluymuş
gibi, her yer ışıl ışılmış. Onları gördüğüne hiç şaşırmamış; Korku’yu da,
Umut’u karşıladığı gibi çoşkuyla karşılamış ve buyur etmiş. Kısa bir sohbetin
ardından nihayet Korku aklındaki soruyu sormuş;
-Neden oğlanın
evine girmeyi başaramadım?
Sevgi, suyun
dinlendiren, güneşin ısıtan, gökkuşağının çoşku veren, sesiyle konuşmuş;
-Çünkü onun
kaybedecek bir şeyi yoktu. İnsanlar kaybedecek şeyi olduğunda seni çağırırlar.
Çocuk, tüm masumiyetiyle zaten herşeyin kendisinin olduğuna inanıyor ve
ulaşamıyacağı şey için de kederlenmeyi bilmiyor. Elindeki ister bir kum kovası
olsun, ister bir lokma ekmek, ister yamalı bir pantolon, onun için fark
etmiyor, O elindekiyle mutlu olmayı biliyor.
-Sonra?
-Sonra büyüyor ve
çevresinden seni öğreniyor. Kaybetmenin, sahip olamamanın acısını yaşamaya
başlıyor ve sen ortaya çıkıyorsun. Sonra da Umut’la aranızda sonu gelmeyen bir
rekabet başlıyor.
-Peki sen bunun
neresindesin?
-Darılmanı ve
kişisel algılamanı istemem ama ben Umut’ut olduğu taraftayım. Aslında ben daima
denge sağlayıcıyım; evlerde senin varlığını zayıflatıp, Umut’ut varlığını
artırmak için çalışıyorum.
-Sence bunu ne
ölçüde yapabiliyorsun?
-Keşke hep
yapabiliyorum diyebilseydim. Benim de kendime yer bulmam her zaman kolay
olmuyor. En kolay girebildiğim evler annelere ait olanlar. Ben onların evini
öylesine sarıp sarmalıyorum ki, onlardan yayılan ışık çocuklarına geçiyor.
Böylece çocuklarını yorulmadan her koşulda desteklemeyi becerebiliyorlar, bu
durumda da çocuk bundan aldığı güçle seni evinin yakınına bile sokmuyor.
-Anlayabildiğimi
zannetmiyorum…
-Şöyle açıklamaya
çalışayım; sen oğlanı düşürmek ve onun evine girmek için uğraşırken anneye bir
kez bile bakmadın. Anne, çocuk her başarısız olduğunda onu sözleriyle ve
davranışlarıyla yüreklendirmeye devam etti. Ona asla kızmadı ve yapamayacağını
ima etmedi. Çocuk bundan öylesine bir güç aldı ki, eleştirilmeyeceğinden,
cezalandırılmayacağından, hor görülmeyeceğinden emin, tekrar deneyebildi.
-Sonra ne oluyor,
annenin sevgisi mi zayıflıyor?
-Hayır tabi ki!
Olur mu öyle şey, sadece çocuk yüzünü başka şeylere dönüyor ve onu aydınlatan
ışığı görmekten vazgeçiyor.
Korku yeni aklına
gelmiş gibi, “Bak” dedi “Ben de annenin evindeyim, senle ve Umut’la birlikte.
Bunu nasıl açıklayacaksın?”
Sevgi güldü,
“Evet öylesin ama etrafına bir bak, başköşede olan benim ve yanımda oturan da
Umut. Sen de buradasın ancak benim izin verdiğim kadar ve burada yaptığın
çocuğuna karşı daha özenli ve duyarlı olmak için bir anneyi arada bir harekete
geçirmekten ibaret”
Anlamıştı Korku
ama son bir sorusu daha vardı;
-Söylemek
istediğin, benim evlerin baş konuğu olmadığım mı?
-Benim söylemek
istediğim, benim olduğum yerde senin gücünün esamesinin bile okunamayacağıdır. Umarım
Umut bana alınmaz ama sen ancak onun rakibi olup, bu tuhaf oyununu onunla
oynayabilirsin. Ona karşı zafer kazandığını düşünüp, bundan mutlu olabilirsin.
Ancak sen, benim köklerimin olduğu bir yerde ancak benim izin verdiğim kadar
kök salabilirsin.
Korku uysalca
başını sallamış.
Az sonra anne
çocuğunun yaralanmasından korkarak ayağa fırlamış ve tam kaydırağın ucundayken onu yakalamış.
Oğlunu göğsüne yaslayarak, saçlarını sevgiyle okşamış ve ona, “Korkma, ben
buradayım ve bir dahaki sefere çok daha güzel kayabileceksin” demiş.
Sevgiyle Kalın
Nilgün TURAN