
İzlemenizi şiddetle öneriyorum...
Ben burada, konusuyla hiç ilgisi olmadığı
halde, filmin bana düşündürdüğü birkaç şeyden bahsedeceğim.
Kayıtlara bakılırsa, taaa Antik Yunanda Sokrat
ile başlayan tıp bilimi, M.S. binli yıllardan itibaren İbn-i Sina'nın açtığı
yolda asırlarca ilerlemiş ve nihayet, geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren de,
hızını iyice artıran araştırmalar ve teknolojinin nimetleriyle, gizlinin
saklının kalmadığı bir mecra haline gelmiş. Bütün bu araştırmaların merkezinde ise
aslında insan beyni var, en çok o merak ediliyor. Çünkü anlaşılmış ki; sekiz
kemiğin birbirine geçmesiyle oluşumu tamamlanan, çok güçlü darbelere dayanıklı,
tam bir tasarım harikası olan kafatasının içinde özenle muhafaza edilen,
yaklaşık 1500 gr ağırlığa sahip bu müthiş organı çözebilsek, geriye bilmemiz
gereken hiçbir şey kalmayacak. Bugün sır olan ve hakkında sayısız spekülasyon
bulunan milyonlarca konu bir anda aydınlanacak. Ancak, evrenlerin mimarı,
sırlarını öylesine müthiş bir şekilde gizlemiş ki… Beyni çözebilmek için tek
bir şeye ihtiyacımız var; tam kapasite ile çalışan bir adet beyin… Ve onca
araştırmalar sonucu anlaşılmış ki, ne kadar yüksek IQ sahibi olursak olalım, bu
olağanüstü organın maximum %10 unu kullanabiliyoruz. Böyle olunca da, ne kadar
gayretli, çalışkan, tutkulu olsak da bilebileceklerimiz beynimizin izin verdiğiyle
sınırlı; bir başka deyişle, elde edebileceğimiz tüm bilgi, beyni kullanma
kapasitesimiz kadar... Bu durumda, insanlık olarak bir mucize beklemek zorundayız;
%10 ile, %100 ü keşfetmek… Böyle bir mucize olur mu, olursa da ne zaman olur
bilinmez… O halde, insanlığın önünde sadece iki seçenek var; ya ne zaman
gerçekleşeceği belli olmayan bir mucizeyi bekleyip durmak, ya da elindekini en
iyi şekilde kullanmak… İlk seçenek, şimdilik gerçeklikten uzak bir ütopya,
elimizde kalan ise ikinci seçenek…
Peki bunu nasıl yapacağız? Yer açarak… Yani
kullanım alanını genişleterek…
Biz farkında olmasak da, en iyi korunan
organımız, sayısız duvarlarla çevrili bir hapishaneden farksız… İçerde kıvranıp
duran mâhkum ise, benliğimiz, insanlığımız, yani biz…
Bir odada tıkabasa önyargılarımız duruyor;
içinde yetiştiğimiz toplum tarafından şekillendirilen, ezberlettirilen,
değiştirilemez kurallar olarak duvarlara kazıdığımız…
Bir oda inançlarımıza ait; sorgulamadan kabul
ettiğimiz, düşünmekten ölesiye kaçtığımız, verilenle yetindiğimiz…
Korkularımız var kocaman bir odada; üzerimizde
hâkimiyet kurmak isteyenlerin özenle besleyip büyüttüğü, kafamıza vura vura
öğrettiği, paralize bireyler olmamız için hep parlattığı…
Bir başka oda normlara ayrılmış; içine
doğduğumuz topluluğun doğruları ve yanlışları köşelerden bağırıyor; farklı
olma, yanlış olanı dillendirme, sürüye uy, karşı çıkma…
En geniş oda statülere ayrılmış; birey olmak
için bişey olacaksın… Oyunun kuralları belli; eğer doğuştan statü sahibiysen ne
âlâ… Değilsen de böyle olanları sakın sorgulama; onlar filancanın oğlu-kızı
olarak doğdular, onlardan daha çalışkan, akıllı, etik ya da âdil olman seni
asla onların seviyesine çıkartmaz. Elbette sonradan da bişey olabilirsin; eğer
gerekli şartlara sahipsen, doğru çoğrafyada dünyaya gelmişsen, iyi bir eğitim
alacak paran, hatırı sayılır tanıdıkların varsa… Peki ya bunların hiçbirine
sahip değilsen; yanlış yerde, yanlış evde doğduysan ne olacak? O halde üzgünüz;
bişey olmadan yaşayıp, öleceksin…
Son yıllarda en renkli, şaşalı oda sanal
gerçekliğe ayrılmış durumda; algı herşey demek… Sanal dünya, gerçek dünyanın
yerini aldığından beri, dünyaya hangi pencereden bakacağımıza, olanların ne
anlama geldiğine, aslında ne olmakta olduğuna dair düşünmeye ihtiyacımız yok.
Bunları birileri düşünüyor, yorumluyor, karar veriyor ve biz tek tuşla önümüze
konulanı alıp yiyoruz; tadının nasıl olduğunun, vücudumuza vereceği zararın,
bağımlılık yapıp yapmayacağının falan hiç önemi yok. Algı ile dürtülerimiz,
duygularımız yönetiliyor; ne görmemiz gerekiyorsa onu görüyoruz, ne duymamız
gerekiyorsa onu duyuyoruz, ne hissetmemiz çıkara uygunsa onu hissediyoruz…
Düşünmeden, yorulmadan, zahmetsizce…
Başa dönecek olursak, elimizdekini kullanmak
için önce yer açmak gerekiyor; ilk evvela beyinlerimizdeki hapishaneleri
yıkmalıyız; hiç korkmadan, sonu ne olur diye düşünmeden, yerine
koyacaklarımızın hayalini kurarak… Çıkan molozu, pisliği süpürüp atmalıyız
sonra; tek bir kıymık bile kalmaksızın her yer tertemiz olmalı…
Sonra tıpkı küçük bir çocuğun yürümeyi
öğrenmesi gibi, asla yılmadan, pes etmeden tekrar tekrar denemeliyiz;
düşünmeyi, üretmeyi, sorgulamayı ve beynimizin en küçük kıvrımlarına dahi
ulaşmayı… Oralarda bir yerlerde nicedir unuttuğumuz şeyler var; an’ı yaşamak, sadece
insana değil, herşeye, tüm yaratılana saygı duymak, karşılık beklemeden vermek,
sevilmeyi beklemeden sevmek, güzel olanı takdir etmek, cesur olmak, hiçbir
şeyden ve hiç kimseden korkmamak, hoşgörü göstermek, empâti kurmak… Belki de en
önemlisi, özümüzde bulunan iyiliği keşfetmek…
İşte belki o zaman, bir mucize olur ve
yaratılışın belki de en olağanüstü parçası olan beyinlerimiz bize daha
fazlasını vermeye karar verir ve kullanmamız için bir miktar daha yer açar… Biz
bu yeni açılan yeri de en doğru şekilde kullandığımızda bir parça daha, sonra
bir parça daha… Ta ki, tamamını görmemize izin verene, tüm sırlar ifşa edilene
kadar bu böylece sürer gider…
Sonra ne mi olur? Buraya kadar yazdıklarımın
filmle bir ilgisi olmasa da bu sorunun cevabını filmin finalinde bulabilirsiniz…
Sevgiyle Kalın…
Nilgün TURAN