Sayfalar

7 Ağustos 2015 Cuma

YIKIN HAPİSHANELERİNİZİ!!!

Birkaç gün önce Lucy isminde bir film izledim. Çok kısa özetlemek gerekirse; Genç ve güzel bir kadın tamamen istem dışı olarak zararlı bir kimyasala maruz kalıyor, önce vücudunda anlamlandıramadığı bir hareketlilik başlıyor; refleksleri, görüşü, duyuşu, anlayışı, yorumlayışı, algılayışı değişiyor. Sonuçta da kendisinin sonu ama insanlığın başı olan bir yolculuğa çıkıyor.

İzlemenizi şiddetle öneriyorum...

Ben burada, konusuyla hiç ilgisi olmadığı halde, filmin bana düşündürdüğü birkaç şeyden bahsedeceğim.

Kayıtlara bakılırsa, taaa Antik Yunanda Sokrat ile başlayan tıp bilimi, M.S. binli yıllardan itibaren İbn-i Sina'nın açtığı yolda asırlarca ilerlemiş ve nihayet, geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren de, hızını iyice artıran araştırmalar ve teknolojinin nimetleriyle, gizlinin saklının kalmadığı bir mecra haline gelmiş. Bütün bu araştırmaların merkezinde ise aslında insan beyni var, en çok o merak ediliyor. Çünkü anlaşılmış ki; sekiz kemiğin birbirine geçmesiyle oluşumu tamamlanan, çok güçlü darbelere dayanıklı, tam bir tasarım harikası olan kafatasının içinde özenle muhafaza edilen, yaklaşık 1500 gr ağırlığa sahip bu müthiş organı çözebilsek, geriye bilmemiz gereken hiçbir şey kalmayacak. Bugün sır olan ve hakkında sayısız spekülasyon bulunan milyonlarca konu bir anda aydınlanacak. Ancak, evrenlerin mimarı, sırlarını öylesine müthiş bir şekilde gizlemiş ki… Beyni çözebilmek için tek bir şeye ihtiyacımız var; tam kapasite ile çalışan bir adet beyin… Ve onca araştırmalar sonucu anlaşılmış ki, ne kadar yüksek IQ sahibi olursak olalım, bu olağanüstü organın maximum %10 unu kullanabiliyoruz. Böyle olunca da, ne kadar gayretli, çalışkan, tutkulu olsak da bilebileceklerimiz beynimizin izin verdiğiyle sınırlı; bir başka deyişle, elde edebileceğimiz tüm bilgi, beyni kullanma kapasitesimiz kadar... Bu durumda, insanlık olarak bir mucize beklemek zorundayız; %10 ile, %100 ü keşfetmek… Böyle bir mucize olur mu, olursa da ne zaman olur bilinmez… O halde, insanlığın önünde sadece iki seçenek var; ya ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir mucizeyi bekleyip durmak, ya da elindekini en iyi şekilde kullanmak… İlk seçenek, şimdilik gerçeklikten uzak bir ütopya, elimizde kalan ise ikinci seçenek…

Peki bunu nasıl yapacağız? Yer açarak… Yani kullanım alanını genişleterek…

Biz farkında olmasak da, en iyi korunan organımız, sayısız duvarlarla çevrili bir hapishaneden farksız… İçerde kıvranıp duran mâhkum ise, benliğimiz, insanlığımız, yani biz…

Bir odada tıkabasa önyargılarımız duruyor; içinde yetiştiğimiz toplum tarafından şekillendirilen, ezberlettirilen, değiştirilemez kurallar olarak duvarlara kazıdığımız…

Bir oda inançlarımıza ait; sorgulamadan kabul ettiğimiz, düşünmekten ölesiye kaçtığımız, verilenle yetindiğimiz…

Korkularımız var kocaman bir odada; üzerimizde hâkimiyet kurmak isteyenlerin özenle besleyip büyüttüğü, kafamıza vura vura öğrettiği, paralize bireyler olmamız için hep parlattığı…

Bir başka oda normlara ayrılmış; içine doğduğumuz topluluğun doğruları ve yanlışları köşelerden bağırıyor; farklı olma, yanlış olanı dillendirme, sürüye uy, karşı çıkma…

En geniş oda statülere ayrılmış; birey olmak için bişey olacaksın… Oyunun kuralları belli; eğer doğuştan statü sahibiysen ne âlâ… Değilsen de böyle olanları sakın sorgulama; onlar filancanın oğlu-kızı olarak doğdular, onlardan daha çalışkan, akıllı, etik ya da âdil olman seni asla onların seviyesine çıkartmaz. Elbette sonradan da bişey olabilirsin; eğer gerekli şartlara sahipsen, doğru çoğrafyada dünyaya gelmişsen, iyi bir eğitim alacak paran, hatırı sayılır tanıdıkların varsa… Peki ya bunların hiçbirine sahip değilsen; yanlış yerde, yanlış evde doğduysan ne olacak? O halde üzgünüz; bişey olmadan yaşayıp, öleceksin…

Son yıllarda en renkli, şaşalı oda sanal gerçekliğe ayrılmış durumda; algı herşey demek… Sanal dünya, gerçek dünyanın yerini aldığından beri, dünyaya hangi pencereden bakacağımıza, olanların ne anlama geldiğine, aslında ne olmakta olduğuna dair düşünmeye ihtiyacımız yok. Bunları birileri düşünüyor, yorumluyor, karar veriyor ve biz tek tuşla önümüze konulanı alıp yiyoruz; tadının nasıl olduğunun, vücudumuza vereceği zararın, bağımlılık yapıp yapmayacağının falan hiç önemi yok. Algı ile dürtülerimiz, duygularımız yönetiliyor; ne görmemiz gerekiyorsa onu görüyoruz, ne duymamız gerekiyorsa onu duyuyoruz, ne hissetmemiz çıkara uygunsa onu hissediyoruz… 
Düşünmeden, yorulmadan, zahmetsizce…

Başa dönecek olursak, elimizdekini kullanmak için önce yer açmak gerekiyor; ilk evvela beyinlerimizdeki hapishaneleri yıkmalıyız; hiç korkmadan, sonu ne olur diye düşünmeden, yerine koyacaklarımızın hayalini kurarak… Çıkan molozu, pisliği süpürüp atmalıyız sonra; tek bir kıymık bile kalmaksızın her yer tertemiz olmalı…

Sonra tıpkı küçük bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi gibi, asla yılmadan, pes etmeden tekrar tekrar denemeliyiz; düşünmeyi, üretmeyi, sorgulamayı ve beynimizin en küçük kıvrımlarına dahi ulaşmayı… Oralarda bir yerlerde nicedir unuttuğumuz şeyler var; an’ı yaşamak, sadece insana değil, herşeye, tüm yaratılana saygı duymak, karşılık beklemeden vermek, sevilmeyi beklemeden sevmek, güzel olanı takdir etmek, cesur olmak, hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmamak, hoşgörü göstermek, empâti kurmak… Belki de en önemlisi, özümüzde bulunan iyiliği keşfetmek…

İşte belki o zaman, bir mucize olur ve yaratılışın belki de en olağanüstü parçası olan beyinlerimiz bize daha fazlasını vermeye karar verir ve kullanmamız için bir miktar daha yer açar… Biz bu yeni açılan yeri de en doğru şekilde kullandığımızda bir parça daha, sonra bir parça daha… Ta ki, tamamını görmemize izin verene, tüm sırlar ifşa edilene kadar bu böylece sürer gider… 

Sonra ne mi olur? Buraya kadar yazdıklarımın filmle bir ilgisi olmasa da bu sorunun cevabını filmin finalinde bulabilirsiniz…

Sevgiyle Kalın…

Nilgün TURAN